30 Ara 2009

Sinemalarda Reklam Tacizi


Uzun zamandır tiyatroyla haşır neşir olduğum için sinemaya gidemiyordum, yapılan reklam tacizlerini unutmuşum.. Önce "Acı Aşk" ta başladı.. Allahım ölüyorum sandım bi ara, neydi o öyle ya? Hadi reklamı geçtim, yanımda arkadaşım var reklamı görmeden muhabbet edeyim diceksin, yok efendim o da olmuyor, zira sesini öyle bir açıyorlar ki, bırak muhabbeti, film başlayınca adaptasyon sıkıntısı çekiyorsun kulak çınlamasından..
Zaten yanımda kocaman mısır patlağı paketiyle bi hödük oturuyodu, reklamlar iyice gerdi beni, başım çatladı ağrıdan ve sinir sistemim göçtü! "Acı Aşk" çok acı başladı evet.. Bu iğrenç espriyi de yapmak zorunda kaldım en sonunda..
Geçen de "Avatar" a giderken aklımda bu vardı, geç mi girsek acaba diye düşündük ama yerimizde ortada olduğu için başka insanları rahatsız etmek istemedik, yani her şekilde buna katlanmak zorundasın!! Ve bırakın buna çare bulmayı, daha da abartılıyor her defasında, resmen tiksindim sinemalardan, zorla koyun gibi izlemek zorundasın çünkü dayatma var, ben evimde bile reklama tahammül edemiyorum oysaki..
Ayrıca kardeşim madem sinemadayız, gelecek filmlerin reklamını yap!! O gerzek reklamları vericez diye eskiden 2-3 tane gösterdikleri fragmanlar resmen 1 e düşmüş..Pes!!

Avatar'da da reklam bolca vardı ama sesi nispeten daha kısıktı, kulaklarımız yerindeydi yani film başladığında..
Çözüm istiyorum dicem, ama ondan önce de şu artan bilet fiyatlarına bi çözüm bulunması gerek.. Bu cümleyi de kullanmayı hiç sevmem ama, resmen korsan alın diye gözümüzün içine bakıyorlar..

** Bu arada biz bahsettiğim 2 filmi de Meydan Avm' deki Cinebonus'ta izledik, çok çok minik bir ihtimal belki faydası olur diye yazıyorum..

28 Ara 2009

Avatar


Bu filme giderken kafamda aslında konusuna dair ya da nasıl çekildiğine dair pek bir şey yoktu, sadece Cames Cameron'un çektiğini ve 3 saat gibi bi süre bizi sinema koltuğuna hapsedeceğini biliyordum.. Bilmememin sebebi ise, o kadar olay yarattı ki bi anda, ucundan azcık okumaya kalksam büyük beklentiyle gidecek ve belki de üzülerek çıkacaktım, zira ben popüler filmleri hep sonradan izlemeyi tercih edenlerdenim, o uğultu bi dinsin de dingin izleyeyim diye.. Ama 3d işin içine girince elbetteki gidip görmek gerek bi an önce, yoksa bi anlamı kalmaz..
Biz gece seansına gittik, ben sabaha kadar avatar oldum, sağa sola tekmeler savurdum, uykum rezil oldu, pek önermiyorum gece gitmenizi..

Konuyu yukarda anlattığım nedenden ötürü anlatmayacaktım, ama ne kadar beklentiye girerseniz girin hepsini karşılayacak bu film! O derece iddialı.. 14 sene çalışılmış bu film için!! O kadar da olsun yani..

Na'vi' ler 3 metre uzunluğunda, mavi renk, kuyruklu, zeki bir halk.. Konusu çok çok kısaca, dünyada bu yerel halk ile onların dünyasını, bölgesini işgal ederek zenginliklerini çalmak isteyen Amerikalıların savaşını anlatıyor.. Tabi ki, filmde aşkta var.. Konu çok klişe görünüyor, ama inanın değil.. Kullanılan teknoloji müthiş!

İzleyenler için şurada kamera arkası var, henüz filmi görmeyenler bu linki bence izlemesin..

27 Ara 2009

Tercih Edilen PAZAR Günü Seçenekleri


Bunu maddeleyelim, evet bugün de günlerden Pazar, ve Pazar gününün ıssız ve sessizliği beynimi ele geçirdi sevgili okur, bunun hezeyanı ile evden yanımda kahve ve gazetelerimle bildirmekteyim..

* Evet, benim tercih ettiğim Pazar, genelde uykucu bir beden ve kafayla yataktan kaldıran bir Pazar'dır.. Yüz yıkama seansından sonra mutfağa doğru terlikleri sürükleyip çayı koyandır, ardından sevgili kocanızın kalkıp fırına simit almaya ve markete gazete almaya gitmesidir, sizin mükellef bir kahvaltı sofrası hazırlayıp, tv' de en yapış yapışından bir magazin programı açmanızdır, ardından kocanızın zili çalması ve en az 1 saat süren kahvaltıdır.. Ardından gazetelere dalmaktır, kocanızın en sevdiğiniz gazetede kendi karikatürünü görüp gülümsemek hatta kahkaha atmaktır, gazeteler bitince filtre kahvenizi alıp, jazz eşliğinde internet taraması yapmaktır, bloga yazmaktır .. Kocanızın Pazar Pazar müzayedeye gitmesine sinirlenmektir, çabuk gel diye tembihlemektir, belki evin çevresinde kısa bir yürüyüş yapmaktır, sözlüğe yazmaktır, bir parçası kuvvetle muhtemel kayıp olan puzzle' a sövüp saymaktır, haa bu arada gece seansına alınan sinema biletini anımsayıp mutlu olmaktır ..


* Yukarda anlattığım tahmin ettiğiniz gibi bu Pazar olanlar, ama başka seçeneklerde sunmak isterim tabi.. Mesela, geç uyanıp güzel bir yerde brunch yapmak olabilir, jazz eşliğinde.. Ben niyeyse Pazar günlerine müzik olarak en çok jazz ı yakıştırıyorum, sanırım o dinginliği bozmamak için.. Brunch'tan sonra çıkıp etrafı gezip bol oksijenli bir yerde kısa bir yürüyüş olabilir, sonrasında da tiyatro ya da sinema ile taçlandırabiliriz günümüzü..

* Ya da , evde biriken dvd ' leri ölümüne izlemek olabilir, bi dvd arasında da mutfağa gidip koca bi tencere makarna yapıp film eşliğinde yemek olabilir..

* Tüm gün yataktan çıkmayıp, uyuyup uyanıp yanınızda duran kitabı okuyup tekrar tatlı bi uykuya dalmak olabilir.. Benim uyandıktan sonra uyuma gibi bi seçeneğim imkansız ve ötesi olduğu için bu seçeneği kendi adıma atlıyorum..

* Malum aşure ayında olduğumuz için koca bi tencere yapıp apartmana dağıtıp, sevindirmek ve sevinmek olabilir..

* Yine jazz çalan bir cafe' de çok sevdiğiniz insanlarla buluşup felsefe yapmak olabilir (ben buna eğer ki o gün tam modumdaysam bayılırım)

Bunlar aklıma gelenler, bi de yapılmaması gerekenler var kısaca değinmek isterim

** Misal, asla ve asla hele ki yılbaşı yaklaşmışsa kalabalık yerlere gidilmemeli, avm'lerde uzak durulmalı..

** "Ay ne zamandır ev çok pis" diyip, temzlik yapmaya kalkışılıp güzelim Pazar küstürülmemeli..

** Cumartesi gecesi baya baya geç yatıp Pazar sabahının o güzelim sessiz saatleri uykuda geçirilmemeli.


Bu arada bu Pazar dinlemenizi tavsiye edeceğim parça, jazz albümü, Bill Evans Trio Stan Getz - "Grandfather' s Waltz" .. Tam da bu Pazar' a yakışacak cinsten..

25 Ara 2009

Charlotte Gainsbourg


Sırf bu kadın uğruna geçen Lars Von Trier'in "Antichrist" filmini seyretme azabına maruz kaldık, ben illaki iç açıcı film olsun diye tutturan bi tip değilim, aksine bunalım filmleri baya baya severim ama bu film resmen içimi parçaladı, deliriyodum kiiii, kapattık dvd' yi, bilmiyorum tesadüf müdür ama bu olaydan sonra dvd' miz bozuldu.. Bu arada o filmle de Cannes' da en iyi kadın oyuncu ödülü Charlotte' a verildi..

Neyse, ben bu kadını çok beğenirim, gerek ses tonu, o kırılganlığı, zarafeti, Fransız asıllı olması, muhtemelen annesinden (Jane Birkin) geçen güzelliği müthiştir.. Üzgün iken çok güzel, melankolik görünen kadınlar vardır mesela, bu kadında tam onun için biçilmiş kaftandır.. Zaten Serge-Jane çiftinden böyle bir çocuğun olması beklenen bir durumdur yani, aksi beklenemez..

1971 doğumluymuş, şimdi bakarken öğrendim, çok daha genç sanki.. Bu arada benim ona hayranlığım Bob Dylan' ın anlatıldığı "I' m Not There" filmiyle başladı, izlemeyen varsa hala, kesinlikle bir an önce izlemenizi öneririm.. Sesi de fena değil, zira albümleri var, ama ben ondan ziyade filmlerini tercih ediyorum, "şimdilik".. 7 Aralık'ta da "Beck" le beraber bir albüm yapmışlar, ben çıkış şarkısını dinledim, şarkı da klibi de hoş olmuş.. Ama dediğim gibi bol bol film yapmasını bekliyoruz kendisinden, burdan da mesajı verelim pek sevgili Charlotte' a..

Bülent Ortaçgil


Nasıl bir adam bu ya.. O şarkılar, o sözler, o hüzün, o melankoli, ritim, gitar, ses tonu, off diyorum.. Kendisini nasıl tanımlayabiliriz? "Ozan" diyebilirim ben bu adama (en azından).. Dinlediğimde tarifsiz, huzur dolu bir his bırakır bende, o yüzden deliler gibi dinleyip kendimce eskitmemeye uğraşırım, eskitemeyeceğini bildiğim halde..

Bülent Ortaçgil' in benim hayatımda çok farklı bir yeri vardır, eskiden beri severek dinlerdim ama Barış'la tanıştıktan sonra daha da fazla anlam kazanmıştı yaklaşık hımm 3,5 sene olmuş.. Özellikle ilk tanıştığımızda müzik listem sadece Bülent Ortaçgil' den oluşuyordu, işte ikimizin şarkısı falan vardı, hala var gerçi :)

Aslında kendisini sadece işte "Benimle Oynar Mısın" la bilenler var, kaldı ki benim en az dinlediğim şarkısıdır, o kadar güzel, anlamlı şarkıları var ki, o şarkı yanlarında minicik kalıyor bence.. İlk aklıma gelen favorilerim, "Deniz Kokusu", "Hiç Bir Zaman", "Çoktular Ama Hiç Yoktular", "Olmaz", "Bozburun", "Bu Su Hiç Durmaz", "Pencere Önü Çiçeği", "Yağmur", "Yapma Lütfen", "Sensiz Olmaz".... Ve aslında daha bir çoğu.. Ben bu adamı ne zaman "duyarak" dinlesem, inanın dolu dolu bir kitap okumuşum gibi hissediyorum ve Bülent Ortaçgil hakkında böyle düşünenlerin hepsiyle bir çatı altında toparlanmak istiyorum :)

"yarım gün uzakta, ankara
sokaklarında uslu kentliyi oynamak için
yine gazeteleri okumak
yine gece bıkkınlığı
yine sabah telaşlarına alışmak için
deniz kokusu getiriyorum
güneş kavurmuş tenimi
bir sevişme sonrası gibi
neden
umursamaz ve yalınım
hiç bilemiyorum
" **

** Deniz Kokusu

24 Ara 2009

Zerrin Tekindor





Ne yalan söyliyim ben de bu güzel kadınla "Aşk-ı Memnu" sayesinde tanıştım, o dizinin bence bize getirdiği tek büyük faydadır kendisi.. Sayesinde insanlar sergiye ve tiyatroya gider oldular:) Bugüne kadar pek çok oyunda oynayıp, kişisel sergi açmış ama gel gör ki ben de dahil ayıp etmişiz Aşk-ı Memnu'ya kadar kendisine..

İzlediğim bir röportajında Fransızca bilmediğini söylemişti, zira izleyenler bilir, dizide babası bir Fransız, kendisi de mükemmel aksanlı Fransızca konuşuyor:) Sanırım oğlu Fransa'da okuyormuş, o söylüyormuş kelimelerin nasıl söyleneceğini falan. Bende dizide kendisini görünce pür dikkat kesiliyorum, tv'den bile çok sıcak, samimi bir insan olduğu anlaşılıyor..

Yaptığı resimlere bakınca nasıl yetenekli bir insan olduğu da anlaşılıyor, bu arada birkaç hafta önce kendisini "Vahşet Tanrısı" nda izledim, orda da nasıl bir utangaç, nasıl bir çıtkırıldım , nasıl bir sevimli ya:) Uzun yıllar da Ankara'da yaşamış, okumuş, bende 20 küsür sene Ankara'da olup sonrasında İstanbul'a yerleşince kendime daha bi yakın buldum ya da bahanesi oldu belkide:P

** Bu arada bu resimleri kendi sitesinden aldım, siteyi burdan ziyaret edebilirsiniz.. Yukardaki kendi fotoğrafı da nasıl bir fotoğraf öyle, her rol yakışır bu kadına ben size söyliyim!!

23 Ara 2009

İntiharın Genel Provası


16 Aralık'ta Üsküdar Müsahipzade Celal Sahnesi'nde prömiyeri yapılmış bu yeni oyuna biz dün akşam gittik (uzun cümle kurmaya kasmak) ..

Konusu kısaca şöyle;

Her şeyini kaybettiğini düşünen bir adam özellikle de maddi sıkıntıdan ötürü, intihar etmek için Tuna Köprüsü'ne geliyor, onu gören bir balıkçı uzun bir konuşmaya dalıyor kendisiyle, ardından intihar etmek isteyen adamın sevgilisi ve ardından da Norveç'li turistleri taşıyan bir geminin kaptanı geliyor.. Hepsi haliyle adamı atlamaması için ikna etmeye çalışıyor.. Sonunda adamı, kaptan köprüden indirmeyi başarıyor, zira kaptanın zengin bir iş adamı kardeşi vardır ve kendisiyle iş konusunda görüşmeyi kabul eder.. Neyse efendim, köprüden inen adam indiğine ineceğine pişman oluyor sonunda, fazla da spoiler vermeyelim..

Oyunun bir kısmında sıkılan bendeniz, sonlara doğru baya bir zevk aldım, özellikle son sahnesinde gülmekten dağılacaksınız benden söylemesi..

** Not: Bennu Yıldırımlar tam bir şirine:) Bu kadın hem tv'de hem tiyatroda falan böyle rollerde oynamalı, kendini senelerdir kapattı bir diziye, özledik onun o kıpır kıpır hallerini..
Serhat Kılıç'ta oyunda tam 4 karaktere büründü ve valla ne yalan söyliyim ben anlamadım, hatta düşündüm allah allah bu oyun 4 kişilik değil miydi diye:) İbrahim Can çok sempatikti, Bora Seçkin'in de ses tonuna hayran kaldım, izleyenler ne demek istediğimi anlarlar:)

** Not 2: Bu arada sahne tasarımına hayran olmamak elde değil, akşam oyundan çıktıktan sonra şöyle bir düşündükte, biz olsak herhalde köprü yapıcaz diye oraya bi çıkıntı koyar geçerdik, ama yönetmen ve aynı zamanda sahne tasarımını da yapan Nurullah Tuncer, muhteşem bir tasarım yapmış, nerden ne çıktı, o adamlar ne zaman gelip oturdular oralara, köprü nasıl güzel bir kafanın ürünü görmüş olduk :)

16-27 Aralık arası Müsahipzade'de devam edecek yanlış bilmiyorsam..

Bitirmeden önce de size bir sorum var, kurt neden ot yemez? Oyunda çok güzel açıklandı ve baya düşündürdü beni..

Oyuncular: Bennu Yıldırımlar, Bora Seçkin, İbrahim Can, Serhat Kılıç

Yazan: DUŞAN KOVAÇEVİÇ
Çeviren: BİLGE EMİN
Yöneten: M.NURULLAH TUNCER


22 Ara 2009

Hare - Beyaz Çikolatalı Mocha Kahve Likörü



Mmm... Böyle bir lezzeti geç keşfettiğim için affedemiyorum kendimi.. Markette devamlı önünden geçiyorduk ama emin olamadığımız için bi türlü elimiz gitmiyodu.. Benim gibi kahvenin içine girdiği her yiyeceği/içeceği kutsal sayan bir bünyeye sahipseniz, bu tat tam da istediğiniz tat olabilir.. Alkol oranı yüksek değil, içimi çok rahat..

Şöyle düşünün, soğuk sütlü nescafeye likör eklemişsiniz, şekerli nefis bir tadı olmuş.. Fazla reklama girmesin kısa kesiyorum, 25 tl olması lazım fiyatının ve sitesinde de harika tarifleri var, bi bakmanızı tavsiye ederim..

19 Ara 2009

Acı Aşk ve Sinemada Mısır Patlağı Yeme Problemi


Filme geçmeden önce, sinemalarda mısır patlağı yeme sorunsalına biraz değinmek istiyorum.. Evet, neden uzak durursan başına gelirmiş misali, bugün kahvemi ve bi arkadaşımı yanıma alıp sinema salonuna girdim.. "Avatar" gösterime girdiği için, bizim filmimizin nispeten boş olacağını biliyodum, o yüzden içim rahat şöyle güzel bi sinema keyfi yaparız dedim aklımca.. Ama ne şans ki, yanıma kendinden bi haber, kocaman bi paket mısırı olan bi "beyefendi" oturdu.. Allah dedim ceren yine kriz geçireceksin.. Film başlayana kadar sabrettim o gereğinden de fazla çıkan çıtır çuturlara.. Sinemayı mısırsız düşünemeyenlerden olabilirsiniz, bu bana yine de saçma gelse de, saygı duyabilirim ama bi yere kadar.. Çok klişe ama, benim özgürlüğüm onun özgürlüğü yüzünden baya bi zedelendi bugün:)
Neyse film başladı, ben elimdeki kahveyi kafasından aşağı dökme istekleriyle dolu dolu bi 15 dk geçirdim, neyse ki yan koltuklardan biri boştu da "beyefendi"nin mısırının bitmesini bekleyemeden geçtim içimden küfürleri basarak.. O da anladı sanırım ki, 15 dakika kadar daha yedikten sonra bıraktı, bıraktı da bi nefes aldık..

Gelelim filmimize;

Bu bölümü, filmi izleyecek olanlar okumasın, baştan uyarayım..

Konusu kısaca şöyle; bi adam var Orhan (Halit Ergenç) .. Yüklü bir mirasın sahibi, tanınmış bir adam ve üniversitede edebiyat öğretmeni.. Çok sevdiği sevgilisini kendisini aldatırken görüyor ve taşındığı İstanbul'da Oya (Cansu Dere) ile tanışıp evleniyor, ama nikah bittikten sonra kaza geçiriyorlar ve Oya kör oluyor.. Bu arada Orhan efendi idare edemiyor, Oya'dan nefret eder gibi davranışlar sergiliyor, hatta Oya'nın intiharını bile çok rahat karşılıyor, bu arada üniversiteden bi kız buna takılıyo Seda (Ezgi Asaroğlu) .. Bi de eski sevgilisi yeniden gün yüzüne çıkıyor (Songül Öden) falan filan.. Gerisine karışmıyorum konunun..

Müzikleri çok güzel..

Ama senaryoda çok fazla boşluk var.. Yani herşey dört dörtlük değil..


* Mesela, karısı kör olunca adeta ondan tiksinen bi herif Orhan.. Kadının tekrar gözleri açılınca onu yine mi sevmeye başlıyor? Kadın onu seviyor mu da adamın yaptığı herşeye göz yumuyor? Yoksa adam Ayşe onu aldattı diye boşluktan mı evlenip sonradan sevmeye başladı off baygınlık geldi yazarken bile..

* Orhan, Seda'yı dövdürttükten sonra bi de kendisi dayak yiyor.. Ama sonradan öğreniyoruz ki Seda 2 ay zaten kalkamamış ayağa.. Orhan'ı o mu dövdürttü, o da boşlukta kaldı mesela..

* Gelelim, klişelerimize; Orhan filmin başlarında, yani sevgilisi henüz onu aldatmadan, mutluyken, sınıfta son dersini veriyor, bi kız öğrenci sınıfa geç giriyor, hocamız da şen şakrak espriler yaparak içeri alıyor onu.. Dersin sonunda öğreniyoruz ki geç gelen kız, hocaya platonik aşık, onu akşamki tiyatro oyununa davet ediyor, ama Orhan abi o kadar masum ve o kadar sadık ki gitmiyor.. Sonra Oya'nın kör olmasından sonra yaşadığı bunalım hayatında yine ders veriyor, sınıfa ilk kez gördüğü Seda geç giriyor, ama onu kovuyor sınıftan.. Ertesi gün Seda onu akşamki tiyatro oyununa çağırıyor ve gidiyor Orhan efendi bi güzel kızla ilişki kuruyor .. YANİ, Orhan'ın hayatının değiştiğini biz zaten anladık, bu iki AYNI olayla gözümüze gözümüze sokulmasına gerek yoktu..

Artıları da yok değildi, senaryoda boşluklar vardı belki ama film güzel çekilmişti.. Yönetmenini sevdim.. Dediğim gibi müzikleri de güzeldi.. Fairuz Derin Bulut yapmış, ayrıca Levent Yüksel'in söylediği "seni yakacaklar" baya güzeldi.. Hımm bi de "İf You Go Away" var.. O da iyiydi..

* Böyle filmlerin yapılmasında en büyük sebep "Issız Adam" sanki.. O filmden sonra aşk filmlerine yönelindi gibi.. Tabi bu filme aşk filmi demek doğru olmaz bana kalırsa ama neyse..

* Filmde devamlı bir gerilim var, kim kimi bıçaklayacak, kim kimi öldürtecek gibi.. Ben bunu sevdim işte.. Zira bunu sıcak tutabilmekte zor bi şey..

* Daha yazarım ama çok uzattım sanki.. Gidin görün.. Dediğim gibi beğenmediğim yönleri de olsa dün izlediğim bi filmi bugün de sıcağı sıcağına hatırlayabiliyorsam etkilenmişimdir ben bundan.. Ve ben en çok bunu severim.. ( yazıyı aforizma ile bitirmek) ..

Bu arada Halit Ergenç'in film hakkındaki bir röportajına buradan ulaşabilirsiniz..

18 Ara 2009

Klişelerimiz


Aslında etrafımızda dönüp dolaşan ne kadar çok klişe var farkında mısınız? Kendimce bi liste yaptım; eklemek isteyen olursa ne ala..

* Özellikle korku filmlerinde görünen oyuncak bebek mevzusu
* Entel görünmek isteyen bazı abilerimizin dağınık saç, kalın çerçeveli gözlük sevdası
* Her slow (bakın slow diyorum) şarkı çaldığında uzaklara bakma arzusu
* Yeni fotoğraf makinesi alanların hobileri arasına hemen fotoğraf çekmenin girmesi ve vapurları, martıları çekme dürtüsü, tabi bi de bunları feysbuka yüklemesi
* Twitter'a girip "kahve molası/keyfi" yazma saçmalığı
* Gidilen her yeri arka fon yaparak fotoğraf çekme zımbırtısı
* Her melankolik/depresif filmde kullanılan kahve/sigara zorunluluğu
* Nerde o bayramlar / nerde o eski mektuplar söylemleri

Şimdilik aklıma gelen bunlar.. Çoğumuzun çoğu zaman kapılıp gittiği davranışlar, ama bazen komik bazen yerli..


17 Ara 2009

İKEA Evinizin Herşeyi :)


Evimizin her -bi- şeyi :) Bundan yaklaşık 1 sene önce Barış'la evimizi kurmak için eşya arayışına çıktık, ikimizinde istediği şey aynıydı aslında.. Asla ve asla heybetli, kokoş ya da babaanne evlerine benzeyen ağır mobilyalı evlerden biri olsun istemedik, sıcak, sevimli, bol renkli, ne çok dolu, ne çok sığ bi ev istedik.. Aradığımız evi bulduk, sıra geldi eşyalara.. İstanbul'un çoğu yerini gezdik diyebilirim, istediğimiz bi kenara çoğu yerde aynı şeye rastladık, ağır mobilyalar!! Her yerdeydiler.. Mesela bi koltuk takımı mı beğendik, hemen bi yerinde kokoş bi taşı oluyodu, ya da saçma sapan bi rengi vs.. Ben İkea'yı çok beğenirim ama mobilyalarının da acayip kaliteli olduğunu söylemek güç.. Evlenmemize çok az kalmıştı ama daha eşya alamamıştık, biz de daldık İkea'ya.. Kendimizce kaliteye ve zevkimize bakarak istediğimiz çoğu şeyi aldık, koltuklar hariç.. Zira koltuklarının çok çok iyi olmadığı konusunda etraftan devamlı bi baskı geliyodu:) Koltukları da istediğimiz modelde bulup, yaptırdık başka bi yere..

Aslında eşya konusunda çok tutucu olmamak gerek tabi eğer özgün bir şeyler istiyorsak.. Ben çoğu arkadaşımda hep aynı şeyi görüyorum , hep anne babalarının evlerinin bi iki model üstü evler kurmaya çalışıyorlar.. Farklılık istiyorsak biraz kafayı da kullanmak gerek, çok ucuz eşyalarla mucizeler bile yaratılabilir.. Farklılık konusunda mesela, vestiyer istemedik biz onun yerine eski model ahşap bi portmantoluk aldık, ayakkabılık olarakta kırmızı bir şifonyeri ayakkabılık yaptık, hem çok hoş bi görüntü oldu, hem de klasik bi duruş yaratmamış olduk..

Aslında ben en çok eskitilmiş ama şık country model eşyalara evlere bayılıyorum, ama burda bulmak zor, bulsak ta almak zor zira gereğinden fazla fiyat biçiliyor.. İşte zamanla toparlamak lazım sanırım, evlendiğimiz zaman toplama eşya yapmak zorlaşıyor zira zaman az, gelinlikti, ev bulmaktı, o sırada işe gidip gelmekti derken off alalım da bitsin artık diyorsunuz bi yerden sonra..

Eşyalarda kalite elbette çok önemli ama yüzyıllar boyu da dayansın diye zevki es geçip eşya almamak gerek bence, e zaten sen ondan bi 5 sene hadi olmadı 10 sene sonra sıkılcaksın.. ee ne gerek var o kadar kasmaya? İstanbul'da ikamet edipte eşya sorunu olanlara gidip bi İkea'ya göz atmalarını, mobilya satıcılarına ve yapanlara da daha yaratıcı olmalarını öneririm..

Yaşar Ne Yaşar Ne Yaşamaz


Geçen geceki hayal kırıklığımızdan sonra ilaç gibi geldi dün akşam bu oyun bize.. Ne zamandır oynuyor aslında ama biz anca gidebildik, bol ödüllü de bir oyun ve haketmiş sonuna kadar..
Oyundan çok bahsetmeye gerek yok sanırım zira hepimizin bildiği bir Aziz Nesin klasiği, şu sıra İstanbul Belediyesi Şehir Tiyatrolarında oynuyor..

Ünlü Yaşar rolünde "en başarılı erkek oyuncu ödülü"nü sırtlamış "Mert Turak" oynuyor, çok çok başarılı.. Aynı zamanda "Ezgim Kılınç" ta "yardımcı rolde yılın en başarılı oyuncusu" ödülünü almış, ben oyun boyunca kendisinden gözlerimi alamadım, çok sıcak, samimi bir duruşu var..

Oyun, 2 perde ve 3 saat sürüyor, biz araya çıkmamak gafletinde bulunduk Barış'la ve 3 saatin sonunda eve giderken yürüyüşümü unuttuğumu hissettim:)


Yönetmen: Kenan Işık

15 Ara 2009

Kredi Kartı-Vak'a aaaaa!


Dün akşam galası yapılmış ve bizim de ön safhalarda izlediğimiz bir oyundur efendim.. Çok sevgili Uğur Polat ve ilk kez tanıyıp izlediğimiz Çağ Çalışkur oynamakta..
Şimdi ne yazsam diye düşünüyorum oyun bittiğinden beri.. Oyunu özellikle de içinde Uğur Polat olan bir oyunu kötülemek asla ve asla istemeyeceğim bir şey.. Ancaaakkkk, gel gelelim kendimi tutamicam, çok ama çok sıkıldım... Çok büyük beklentilerle de gitmedik oysaki.. Zira adından da anlaşılacağı üzere son zamanlarda çoğu stand up' çının diline düşen klasik kredi kartı borçları, çağrı merkezi' ndekilerle diyaloglar vs. olacağını tahmin ediyordum, ancak çıkışta "hiç değilse öyle olsaydı" diye de düşünmeden edemedim..

--SPOİLER İÇEREBİLİR TİKKATT--

Oyun tek perde ancak iki bölümden oluşmakta.. Uğur Polat ilk bölümde parası olmasına rağmen kredi kartlarına ödeme yapmayan, kendisini arayan banka yetkilileriyle ilginç(!) diyaloglar kuran bir adamı canlandırıyor, bu arada arkada Çağ, çatlak bir radyocu, ancak aralarında hiç bir diyalog olmadı mesela, ben en azından herkesle telefonda konuşan bu adamın bi de radyoyu arayıp çatlak radyocuyla konuşarak tempoyu yükseltmesini en azından hareketlenmesini beklerdim, uff ne biliyim..
İkinci bölüm de zaten hiç konsantre olamadım, ama o da anlayabildiğim kadarıyla şöyleydi; (bu bölümde sadece Uğur Polat oynamakta) her şeyde mükemmel olma hastalığına tutulmuş bir adam Bay C.. 5 sene boyunca terapi almış, terapisti kitap çıkarmış ama bu kitapta kendisine yer vermemiş bunun hakkında yine telefonla konuşa konuşa bitiriyo, sadece o kadar sıkıntıdan sonra Bay C'nin soyunma sahnesi var o da o ana kadar olan sıkıntıyı malesef almıyor, şaşırtmakla yetindiriyor...

Oyun bitince önümüzdeki çiftte aynı şeyi tartıştı;
- Oyun çok kötüydü
- Uğur Polat iyiydi ama
- Ama oyunun kötü olduğunu değiştirmiyor bu
- Doğru......

** Uğur Polat'ın düzgün Türkçe'sine ve ses tonuna hayranım, bunu da belirtmek isterim.. Keşke daha iyi bir oyunda izleyebilseydik onu bu sezon..

** Oyun sanki zorunlu yazdırılmış gibi, ne biliyim hadi bu konuda bi oyun çıkartalım, hadi hooopp yazdık gibi, ayrıca oyun tek kişilikken, Çağ Çalışkur sonradan mı eklendi onu da bilemiyorum ama diyaloglara bakılırsa, alakasız, sonradan -hadi bi renk olsun- diye konulmuş gibi..

Yazan, Yöneten: Cüneyt Çalışkur
Oyuncular: Uğur Polat, Çağ Çalışkur

** Sinemada da tiyatroda da asla ve asla gitmeyin diye olumsuz tavsiyelerim olmaz, zira her insanın kendinin karar vermesini tercih ederim, bana olumlu yapılan tavsiyelere uyarım ama olumsuzları çok ciddiye almam görüp kendim karar vermeyi yeğlerim, dolayısıyla ben sadece kendi fikirlerimi burda belirtiyorum, bunu da yazayım da içim rahat etsin:)

Leverage


Son zamanlarda izlemekten büyük bir haz aldığım dizilerden biri bu, diğeri de Flash Forward.. Uzun uzun bayıcı dizileri izlemekten fenalık basmışken bu iki dizi hayat kurtarıcı oldu, tempo hiç düşmüyor zira.. Leverage cnbc-e de her Pazar akşamı saat 22.00 de İDİ.. Malesef Flash Forward ve sevgili Leverage aynı anda ara verdiler, bizde yine Aşk-ı Memnu'larla Yaprak Döküm'lerine boğulmak zorunda kaldık..

Her neyse, dönelim dizimize.. Konusu kısaca, eski hırsız, dolandırıcı ve hacker'lardan oluşan 5 kişilik bir grubun, mağdurlara yardım etmek için, gücünü ve parasını kötü yönde harcayanlara karşı açtıkları savaşı anlatmakta.. Her bölümde ayrı bir konu işleniyor, güzelliği de burda.. Arada bir iki bölüm izleyememiş olursak, yine de konuya hop diye vakıf olabiliyoruz.. Çok sert bir dizi gibi anlaşılıyor konudan; ancak değil, esprili ve heyecanlı..

Favori karakterlerim de Parker ve Hardison .. Sophie'nin de konuşmasına hayranım.. Bi an önce 3. sezonun başlamasını istiyorum!!

11 Ara 2009

The Fall - Norah Jones

Norah Jones'un son albümü.. Ben bu sefer biraz farklı bi Norah gördüm, hem görünüşü bakımından hem de yaptığı albüm olarak farklı geldi bana.. Zira ben hala ilk albümünü eskitemedim, özellikle kış aylarında vazgeçilmezdir benim için "Come Away With Me" albümü.. Kahvemin yanında vazgeçilmez olmuştur çoğu zaman..





Bu albümün ilk klibi "Chasing Pirates"e çekilmiş, gayet iyi bir seçim, albümde de ilk göze çarpan şarkısı kanımca, ben bir de "I Wouldn't Need You" şarkısını sevdim..

Kış aylarına girdik ama ben hala kendime doğru dürüst bir kış albümü bulamadım, bi nebze iyi geldi gibi ama, belki hala ilk albümün ve Norah Jones'un bana verdiği sadeliği ve sessizliği sevdiğim için şimdilik bu albüme alışamadım, hımm önümüzdeki maçlara bakıcaz..

Sex And The City II


Bu da film afişidir, ben bakakaldım bu ne diye:) Sevgili Carrie'miz canımız ciğerimiz bir Matrix gibi, açılın ben geliyorum suçluları pataklicam der gibi, yok olmamış diyorum ve çekiliyorum ...

9 Ara 2009

Benim Adım Orman


Ergenken, bir şebo delisi idim çoğu rock seven ergen gibi.. Her albümünü yaşım ne kadar ilerlerse ilerlesin takip ederim ve ediceğimin de garantisini veririm, ne kadar şirin olduğundan ve sesinin muhteşemliğinden bahsetmicem, zira onu sevmeyen ölsün :)

Yeni albümü çığrımdan çıkmış bir vaziyette bekliyordum, bu ay çıkıyormuş aldık haberini.. 16 Aralık deniyor.. Yalnız albümün adını ilk duyduğumda biraz afalladım, nasıl yani diye, birkaç ay önce albüm isminin "Yanlış Yerde Ölüm" olduğuna dair asparagaslar çıkmıştı.. Albüm adının muhakkak ki bi felsefesi vardır belki ben bilmiyorumdur, bakalım albüm çıksın görücez..

8 Ara 2009

Bir Kedi Bir Adam Bir Ölüm


2 gün önce bitirdiğim "Zülfü Livaneli" kitabı.. Aslında okumak için çok geç kaldığım bir kitap, ama okumak için belirli bir zaman yoktur, utancımı bi kenara bırakıyorum ve yorumlarımı aktarmaya başlıyorum..

Konu; Stockholm' e yerleşen siyasi mültecilerin ordaki ve daha önceki yaşamını anlatıyor.. Baş kahramanımız Sami, gençken çok aktif olmayan bir siyasi görüşü var, daha çok sanatla ilgili, ancak başına üzücü bir şey geliyor (bunu yazmiyim) ve bir şekilde İsveç'e siyasi mülteci olarak yerleşmek durumunda kalıyor.. Sami panik atak ve anladığım kadarıyla hastalık hastası.. Bir gün yattığı hastaneye Türkiye'den geçmişi çok aydınlık olmayan bir siyasetçi getiriliyor, Sami ve arkadaşları da bu yaşlı adamı öldürme planları içinde, Türkiye'de yaşadıkları işkence ve azap dolu yılların intikamını almanın yollarını aramaya başlıyorlar..

** Sürükleyici bir kitap, elinize alınca bir solukta da bitirmeniz mümkün, ağır değil..
** 2001 yılında Yunus Nadi Roman Ödülü'nü almış..

6 Ara 2009

Bu Pazar


Bu pazar bayadır yapamadığımız bir şey yaptık sevgili kocicim Barış'la.. Ne mi yaptık? Aslında hem pek çok şey yapıp hem de pek çok şeyi yapmadık! Evde oturduk!! Aslında oturmadık, yani evde yapacak zevk dolu bir şeyler yarattık.. Hem dinlendik, hem de evimizin, özellikle de mutfağımızın tadını çıkarttık.. Sabah, daha doğrusu öğlene doğru, hadi şunu brunch yapalım, kallavi bir kahvaltı yaptık, kahvemizi içerken de Flash Forward izleyelim dedik, hadee izledik, ardından bi bölüm daha, bi bölüm daha derken 4 bölüm nerdeyse üstüste izleyiverdik.. Sonra mutfağa girip zeytinli kek patlattık, ohh miss oldu miss.. Akşam yemeğimizi de hazırlayıp yedikten sonra sıcak çikolatalarımızı alıp Sertab Erener'in konser dvd'sini izledik.. Henüz izlemeyen varsa 2007 yılında Harbiye'de "Otobiyografi" olarak çekilen konseri izlemenizi şiddetle tavsiye ediyorum, zira çok emek vererek hazırlanmış, Sertab'ın hayatından kesitler sunduğu, Sezen Aksu, Fahir Atakoğlu, Demir Demirkan gibi büyük isimlerin kendisine eşlik ettiği müthiş bir konser olmuş, biz gitmedik ama dvd'sini defalarca seyrettik..
Öhöm, nerde kalmıştık, sonra da bir Pazar gününü en iyi ne sonlandırır sorumuzun yanıtı için de açtık Leverage'i izliyoruz, bende bunu reklam arasında karalıyorum buraya.. Bu arada Leverage'in bugün sezon finali, üzülüyoruz izlerken bi yandan da!

Vahşet Tanrısı


Dün akşam izledik.. Yine fotoğraf makinem yanımda değildi malesef, çekemedim :( Hatta işyerinden yetişicez diye canımız çıktı, gidiş geliş tam bir felaketti, klasik Cumartesi İstanbul gecesi gibiydi işte ama işin içine bir de yağmur karışınca felaketinde felaketi oldu sanki.. Ammaaa; gel gelelim tüm bunlara değdi mi? Değmek ne kelime! Müthişti.. Kocaman bir gülümsemeyle ayrıldık oyundan, bitince ağlamaklı olduk..

Konu: İki tane birbirini hiç tanımayan aile, çocuklarının kavgası yüzünden bir araya geliyor ve tüm oyun aralıksız, ailelerden birinin salonunda geçiyor. Önce kibar kibar durumu tartışıyorlar, durum değerlendirmesi yapıyorlar, ancak konu birden patlak veriyor, birbirlerine giriyorlar, tabi siz bu arada dağılıyorsunuz gülmekten, öyle komik oynuyolar ki :)

Oyunda Aşk-ı Memnu'dan tanıdığımız Zerrin Tekindor' da oynuyor, ben zaten kendisine hastaydım daha da sevdirdi kendini bana:) Çok şirin. Ve oyundaki bence en çok ona güldük, Zafer Algöz'ün de hakkını yemek istemem tabii.. Bunun dışında Ülkü Duru'nun oyunculuğuna söylenecek laf yok, zira kendisini direkt belli ediyor zaten, bu arada oyundaki İşdar Gökseven'le evli olduklarını şu an öğrendim, şaşırdım baya:)

Oyuncular: Ülkü Duru, Zafer Algöz, Zerrin Tekindor, İşdar Gökseven
Yönetmen: Celal Kadri Kınoğlu
Yazan: Yasemin Reza

Eleştiri: İlk 10 - 15 dakikası "aman tanrım bu oyun böyle mi gidecek" diye düşünerek geçti, ufak bi araştırma yaptım çoğu izleyici de bunu düşünmüş, ama ondan sonrasını gülerek izledik, ben oyundan 1-2 kere koptum, uzun diyaloglar sebebiyle, ama dediğim gibi temponun yükseldiği yerler müthişti..

** Oyundaki 2 bayan resmen göz doldurdu, oyunculukları bir yana, bu nasıl bir fiziktir yarabbim, ne kadar da güzel ve fit görünüyorlardı..

** Bu arada oyun tek perde, 1 saat 20 dk sürüyor..

Şurda da devlet tiyatroları linki mevcut..

4 Ara 2009

Twitter Çılgınlığı !!


Son çılgınlığımız.. Evet.. Facebook'tan sonra gelişti her şey.. Kısacası facebook'ta durum ya da status yazan yere yazdığımız sınırlı karakterli yazılarımızı yazıyoruz oraya.. Çok hoşuma giden bi tanımlama okudum bir kaç gün önce, ama kim yazdı nerde okudum inanın hatırlamıyorum.. "Cuma'ya gittim gelicem yazısını dükkanlara yapıştırırız ya, işte onun internet versiyonu" diye bir tanımlamaydı yamulmuyorsam.. İşte hemen hemen öyle bir şey.. Tanışmayan pek kalmamıştır ama bende bir kaç yorumla geri kalmayayım dedim..

Peki bu site niye tuttu? Benim bi fikrim var.. Şimdi bilenler bilir , baya bi ünlü kaynıyor sevgili Twitter.. Takip ettiğim kadarıyla, ilk kullanıcılarından biri Sertab Erener.. Kendisi zaten internetle yakından alakalı, dinleyicileriyle yazışmaktan, fikir beyan etmekten, soru sormaktan çekinmeyen birisi. Ben onunla ilgili bi yazıyı okuyup üye olmuştum twitter'a, itiraf ediyorum. Yavaş yavaş çoğaldı ünlülerimiz, zaten twitter'ı çoğu internet haber sitesi takip edip haber yapar oldu.. Kimileri blocklama yöntemiyle sevmediklerini listesinden çıkardılar, bunun adı "ben seni sevmedim" ya da "sevmiyorum" oldu, bunun yüzünden birbirine gardını alanlar bile oldu:) Twitter sayesinde kaynaşan ünlüler de oldu tabii, bunun sayesinde geçenlerde Birol Güven ve Hülya Avşar dizi çekmeye karar vermişler-miş..

Şu sıra en çok takip edilenler, Ahmet Hakan, Hülya Avşar, Cüneyt Özdemir, Nazlı Ilıcak, Cem Yılmaz, Gülben Ergen, Yekta Kopan, Özge Uzun, Oray Eğin, Burcu Esmersoy gibi geliyor bana.. Ben en çok Başak Sayan'ı takibe almış durumdayım şu sıra, zira yazdıkları hoşuma gidiyor..

Neyse, ben sitenin niye tuttuğundan bahsedecektim yine nerelere geldim.. İşte ünlü akınına uğrayınca, insanlar e özellikle de fanatikleri ya da sevmeyenleri bi anda toparlandılar, zaten haberlerden gazetelerden artık Twitter neymiş hepimiz kaptık bir şeyler.. Merak etmez miydik allah aşkına bu ünlüler gündelik yaşamında ne yer ne içer, nereye gider, ne dinler, ne konuşur, bol beleş midir, değil midir vs.. İşte dostlarım, çok basit.. Meraklıyız..

Trendleri de oluştu bu meredin hemen.. Efendim Ahmet Hakan şuraya gitmiş pek beğenmiş hadee koş koş, biri şu kitabı okumuş hemen alalım vs.. Ünlülerimiz de followers sayılarıyla birbirlerine caka satıyorlarmış.. Sahte hesaplar açılıyormuş, ünlülerimiz darılıyormuş.. Twitter sayesinde jargon değişmiş, tweetheart, tweet dreams gibi sözcükler eklenmiş-miş.. Neyse, şimdilik Tweet dünyasından bu kadar..

Tori Amos


İşte bu kadına hayranım.. Bu kadına bayılıyorumm... Bu kadına var yaa, ta-pı-yo-rumm!!
Aslında geç dinlemeye başladım Tori'yi.. Hatta şöyle söyliyim, 2005 ' te çıkardığı "The Beekeeper" albümüyle başladım, o zaman discman kullanıyordum, turuncuydu bööle, şirindi (so what?) .. Albümü alıp Bodrum'a gitmiştim, deniz kenarında müthişti Tori.. Neyse işte, sonra geriye dönüp yaptıklarına baktım ve alışkanlık yaptı, ne zaman bunalsam, rock dinlemekten beynimi şişirsem, ya da işte nedeni olmaksızın, açarım Tori'mi, rahatlarım bi kendime gelirim ohh.. Açtım şimdi mesela "Sleeping With Butterflies" miss..
Artık duymayan kalmadı ama bi de karanlık bir öyküsü var malesef bu müthiş kadının.. Bir program çıkışı bir hayranı tarafından tecavüze uğruyor... Bunu "Me and a Gun" şarkısında anlatmış.. Her zaman dinlemiyorum o şarkıyı, ne biliyim alelade zamanlarda dinlemek ayıp oluyor diye düşünüyorum, söylerken aynı acıyı yaşadığı kuvvetle muhtemel, sesi titriyor, siz de iliklerinide hissediyorsunuz birden ... Neyse üzerinde fazla konuşmaya gerek yok, şarkıyı dinleyin yeterli..

İstanbul'a 2 kez geldi, ama ben her ikisine de gidemedim, o zaman Ankara'da yaşıyordum, büyük acılar çektim konser verirken, ama gelemedim, o yüzden bir kez daha gelmesini çok fazla istiyorum.. Bi onun, bi de Bon Jovi'nin :) Dünya gözüyle bi görmek lazım, adamlar yaşlandı zaten:)

** Bu yazıyı yazmak için baya bi bekledim, zira güzel, içten bir şeyler yazayım istedim ama coşup saçmalamış olabilirim, o yüzden burda bitmedi, bir kaç bölüm daha yazıp yayınlamak istiyorum kendisi hakkında, ne biliyim gönül borcu gibi :)

3 Ara 2009

Tiyatro Aşkı


Oyunların tarih ve yerleri açıklandıkça Barış'la önce bi telefon trafiğimiz başlar, hadi sen şuna bak ben şunu alıyorum gibi bi anda çıldırırız. Bayramdan önce de öyle oldu, bi elimde telefon, diğer elimde kredi kartım, boş koltuk beğeniyoruz, bi yandan da diyorum "aa bak bunda kim oynuyo, aa bunun konusu ne ki" hadi bi de konusunu araştır, yorumlara bak falan.. Neyse işte izlemediklerimizden birkaç tane aldık, dün gece de hadi bi bakalım dedik, birkaç tane daha aldık hem belediyenin hem de devletin tiyatrosundan.. Bi ara aldığımız biletlere bi bakayım dedim, görmemle kopmam bir oldu, Barış'ı çağırdım maşallah bi oyuna 15 gün arayla ikişer kez bilet almışız:) Neyse dedik, çok beğenirsek bi daha izleriz, olmazsa hediye ederiz falan. Sonra bi liste yaptık, baya bi kabarık oldu, neyseki birbiriyle kesişen bir oyunumuz yok:) İzledikçe yorumlarımı yazıcam buraya hiç şüpheniz olmasın..

2 Ara 2009

Yataklı Tren Yolculuğu


Bayramda 20 senelik şehrim Ankara'daydık.. Ailemi görmem bir yana, gidiş yolumuz epey bi heyecan verdi bize, zira yataklı trene ilk kez bindik Barış'la ve bi daha da otobüsü bırak, uçağa bile binebileceğimizi sanmam.. Anlaşılabileceği üzere mükemmeldi.. Haydarpaşa Garı'na girdiğimiz anda ben niyeyse çocuklar gibi şen oluverdim, efendim bi yemek vagonuna gidiyoruz, bi dönüyoruz, sallana sallana yürüyoruz, kahkaha atıyoruz falan, epeyce eğlendiğimizi söyleyebilirim, yemek vagonunda yarım saat kadar sigara böreği ve sosis tava bekledik ama o da değdi, bi de şarap açtırdık yanına, ohh.. Sonra bizim vagonumuzun görevli (elbet bir isimleri var ama kestiremedim şimdi) şirin, kibar amcası yataklarımızı bile açtı, ben zıpladım üst kata hemen. Uyku ara sıra bölünse de epey tatlıydı, sabah saat 7.00 de günaydın diyerek uyandırdılar bizi, ben kalmak istedim ama indik nihayetinde :) Herkesin tatmak isteyebileceği türden bir deneyimdi, tavsiye etmek ne kelime, hemen atlayın bi yerlere gidip, geri dönün derim.
Dönüşümüz malesef yer bulamadığımız için otobüsle oldu, neyse ki yakın yer, dergiydi mp3 tü geçirdik, ama en kısa zamanda aynı deneyimi yaşamak için sabırsızlanıyorum..

25 Kas 2009

Yes Man (Bay Evet)


Dün akşam kocimle izleyecek bir dizimiz olmadığı için seçtiğimiz filmdir kendisi, pek bir eğlendik, e tabi işin ucunda Jim Carrey olunca eğlenmemek imkansız.. Ben pek bi severim sayarım kendisini.. Bu şahsına münhasır kişiyi ayrı bir başlıkta incelemek istediğimden daha fazla yorum yapmak istemiyorum , filmi konuşalım en iyisi..

Carl Allen: Jim Carrey

Carl, bankada kredi sorumlusu olarak çalışan ve hayatını her şeye hayır demeye adamış bir sevimli bir insan. Telefonlara çıkmayan, evinden işine işinden evine gidip gelen, yakın arkadaşlarıyla bile görüşmeyen asosyal bir kimse. Bi gün Carl, herşeye evet deme gibi saçma bir programa katılıyor, ondan sonra da olaylar gelişiyor, güzel ya da kötü. Her filmde olduğu gibi bu Jim Carrey filminde de mutlu son bizleri bekliyor. Daha da spoiler vermeyelim.

Ufak Tefek Bilgiler:
* Roman uyarlaması. Danny Wallace yazmış.
* Süre: 104 dk
* Yapım: ABD, 2008
* Filmin müzikleri çok güzel, özellikle de oyuncular tarafından icra edilen şarkılar pek bir sevimli.