30 May 2010

Freshtival ve Özellikle de Mika !!









Başlıktan da tahmin edebileceğiniz gibi dün Freshtival'deydik. Aslında muhtemelen bana davetiye gelmese eve arkadaşları toplayıp eurovision partisi yapıcaktık ama mailime şıp diye davetiye düştü ve biz öylesine bi gitmeye karar verdik. Şimdi diyorum ki, üşengeçliğimize sığınmayıp iyi ki gitmişiz!!
Dün geceden itibaren ordan burdan yazılar okudum Mika'yı beğenmeyen olmamış zira beğenmeyenin gezegeni terketmesi lazım bana kalırsa!!

Biz gittiğimizde saat 19:00 civarıydı, dj'lerle hiç aram yok Prins Thomas vardı, ilk çaldıkları baya iyiydi ama sonra tekdüzeleşti ve baya sıkıldık. Ardından aslında baya bi merak ettiğim The Raveonettes çıktı, baya bi karizmatik elemanlar görünüş itibariyle. Biz önlerdeydik çıktıklarında, ses sistemi korkunçtu zira vokalleri hiç duyamadık, hayal kırıklığıyla sonlara ilerledik ve arkalardan ses çok daha anlaşılır gibiydi. Seyirciyle çok muhattap olmadılar, seyircide onlarla olmadı. Ben en iyi bildiğim şarkılarını söylerlerken sevindirik olabildim sadece "Love İn a Trashcan" .. Ama ben bu deneyimden sonra yine de kendilerini daha çok dinlemeye karar verdim.

Neyse efendim, Mika'nın da öyle çok şarkısını dinlemiş bi kimse değil-dik , hatta sıkılırsak kaçarız falan demiştik, adam sahneye bi çıktı resmen çakıldık olduğumuz yere!! O kadar adamın neden geldiği anlaşıldı , ölüp bittik Barış'la seyrederken, nasıl bir enerji, nasıl bir sevimlilik, nasıl bir Türkçe konuşma o öyle demek isterim. Aptala döndük izlerken zira seyirci de inanılmazdı, en alakasız adam bile coşardı öyle söyleyeyim. Kaçıran varsa çok şey kaçırdı onu da üzülerek belirtmeliyim..

Bu arada kızdan çok erkek vardı sanki meydanda:) Mika gibi giyinmeler, onun için ölmeler falan:)
Çekebildiğimiz fotoğraflarla huzurunuzdayız efendim..

23 May 2010

kısaca


* Merak eden var mı bilmiyorum ama:) biz 3 kişi olarak baya güzel bir vakit geçirdik çok sevgili banyosuyu ve çok sevgili sinem'le:) Farklı kişilerle sohbet etmek (hele ki muhabbeti bu kadar iyi olanlarla) konuşmak bana iyi geldi, zaman nasıl geçmiş anlamadım, ayrıldığımızda saate bakmak aklıma geldi:) Hediyeler verildi, kahveler yemekler ısmarlandı (bana ısmarlayacak bişey bırakmadınız!!) bol bol internet dünyası, kitap, müzik ve kendimizden konuştuk, hatta dvd'ciye bile gittik, çok şahane bir gün oldu. Kahvesi -daha- güzel olan bir yerde umarım tekrar muhabbet edebiliriz diyorum bir de:)

* Benim de bilgisayarım fazla dolduğundan ya da bilemediğim başka bir sebepten çöktü, 1 hafta kadar gelmeyecekmiş :( bende Barış'ın bilgisayarını işyerinden eve getirttim bugünlüğüne.

* Bu arada yarın hatta bu gece "Lost" bitiyor biliyorsunuz, napıcaz yahu bitince hakkaten? Bittikten sonra upuzun bir yazı yazarım kendisiyle ilgili.

17 May 2010

Haydin Toplanıyoruz!!


Murakami yazısından sonra biliyosunuz bir takım mevzular gelişti. Okuduğunu anlamış ama tam yorumlayamamış olmanın verdiği iç huzursuzluğu ile toplaşıp çareler arama yoluna gitmeye karar verdik. (kaç fiil var burada)

Aslında esas mevzu şudur, bol muhabbetli, bol kahveli, bol tanışıp kaynaşmalı bir toplantı yapıyoruz ya da yapmak istiyoruz diyeyim, patlarsa karizma çizilmesin:p Murakami efendi buna önayak olmuş olsun.

İlla kitabı okumak gerekmez kanımca, mini bir blogger zirvesi bile olabilir icabında:)

Geleceğini ya da gelmek istediğini belirten kadro ile yorumlaşalım , uygun gün yer saat vs belirleyelim. Ben Cumartesi Barış'ın doğumgünü sebebiyle yokum diyebiliyorum sadece.

** Fotonun alakasızlığını görmezden gelelim. "koyasıgelmek" diye bi kavram varsa arkasına sığınalım.

The Graveyard Book (Mezarlık Kitabı)


Bu kitabı gazetede gördüğüm bir yazı üzerine almıştım. Bazen öyle bi kaptırıyorum ki kendimi devamlı aynı konular ya da aynı tür üzerine okuyorum. Gazeteyi kesip bi yere kaldırdım, toplu sipariş verirken aklıma geldi onu da aldım. Bazen bahsediyorum çerezlik kitaplarım var diye, bu da öyle olur diye düşündüm zira aslında yetişkinlerinde okuyabileceği türden bir -çocuk kitabı- bu. İyi ki de almışım.

Kahramanımız Nobody Owens. Henüz bebekken ailesi öldürülüyor ve bu küçüğe, bir mezarlıktaki pek sevimli ölüler sahip çıkıyor. Onu büyütüp kolluyorlar, hayatın gerçeklerini ve bilgilerini evlerinde, yani mezarlıklarında öğretiyorlar. Nobody'de her türlü bilgiyi kapmaya hazır, yetenekli aynı zamanda da meraklı bir çocuk oluyor. Merakı zaman zaman başına dert açsa da mezarlık ailesi her zaman ona destek oluyor. Ailesini öldüren kendisinin de peşinde olan adamda kitabımızda ki korku unsuru.

İçinde hoş çizimlerde var, cidden güzel vakit geçirebilirsiniz okurken, tabi bu türden hoşlanıyorsanız. Bu arada Neil Jordan filmini de çekiyormuş, bu habere de pek bi sevindim onu da belirteyim.

Yazar: Neil Gaiman

15 May 2010

Masumiyetin Ziyan Olmaz


Genelde albümleri ilk dinlediğimde beğenememe ve öö bu ne yaa deme gibi gelenekselleşmiş bi özelliğim var, bu albümde de sürdürdüm bunu. Ama sonra çıktı ortaya birer birer inciler.

Bu arada aşağıda yazdığım şarkılar sadece kabaca sözler ve müzik için fikirlerim, anlamlarından, felsefesinden bahsetmeye kalksam işin içinden çıkamam.

Korkma: Genelde bu tarz albümler ilk şarkılarının isimlerinde mesaj kaygısı taşıyorlar gibi geliyor bana, ya da tarz meselesidir belki ya da amaca uygun davranmaktır işte ne derseniz. "Korkma" ismi tam bir albüm açılış şarkısı ismi gibi. Nakaratı hoş, diğer kısımları çok etkileyici değil. "Ne mahir dünya bu" çok hoş.

Meksika: Dinledikçe güzelleşen bir şarkı bu.

Sor: Klasik bir MvÖ şarkısı gibi duruyor, ama sözleri ve müziği çok hoş, albümün hitlerinden. yine mi hüzün var, niye? kendini bilene sor (burada dinleyici uzaklara dalar ve hüzünlenir aynı anda "kendini bilene sor" diye mırıldanır)

Yorma Kendini: Ne kadar uğraşırsam uğraşayım klibini sevemedim, ironikte olsa bi ton bacak, göğüs seyretmek hoşuma gitmedi. Belki de yakıştıramadığımdan. Tek hoş ayrıntı çiçek şeklinde sigara figürü bi de bornozlu bi Burak Güven'di. Hele sahneye son anda çıkan kız falan ööhh dedirtti bana. Şarkı fena değil hatta güzel denilebilir. Klibi yüzünden şarkıdan yine de hafif uzak durmaktayım.

Festus: Kendini çok çok iyi ifade ediyor zaten bu parça. Hepimizin düşündüğü fikirleri mükemmel bir şekilde alıp şarkı sözü yapmışlar. Ben çok beğendim. Özellikle "Kim miyim" le başlamasına bayıldım. beyoğlu artık güvenli, lacivert ordu beni de yendi, sordum onları ne gerdi? , farklı olanlar onların derdi

Araf : Çok çok güzel bu parça cidden bak. "Hande Yener kendini çok geliştirdi" söyleminden sonra bu şarkıda Harun'un sesini duymak bana bunu hatırlattı. Çok iyi geldi bu bana, sizi bilmem.

Camgezer: Bu şarkıda da arkada Burak Güven'in sesini duymak hoş oldu, belki demiştim bu albümde çıkar bi şarkıyla yine, çıkmadı ama bu şarkıda bariz duyuluyor sesi. Konserlerinde bu şarkıyı çalarlarken Burak'ın saçlarını sağa sola fırlatarak kafa uçurma hareketini ve Kerem'in zıplayıp havada kaç saniye kalabileceğini hesaplayabildiğimizi şimdiden az çok gözümde canlandırabiliyorum.Öyle bi şarkı yani.

Nakba: İlk dinlediğimde bile dehşet buldum bu şarkıyı. Çok güzel nasıl desem iç kıyıcı, parçalayıcı. Çok sevdiğim şeyler hakkında cümle kuramıyorum ben. Bakın ne demişler şarkıda, anlarsınız zaten. gel bana anlat yaptığını, benim ne yapınca abarttığımı,
kutlayanım var ağlayanım da, bak sana bayram bana bomba

Kara Kutu : Eski parçalara çok benziyor, güzel şarkı, kuş sesleri falan.

2012: Albüme ismini veren "Masumiyetin Ziyan Olmaz" bu şarkının içinde geçmekte. Şimdilik pek birşey anlamadım bu şarkıdan. Kaos hakim. Haliyle.

Bisiklet: Pekbi naif eser. Biraz "Bulutsuzluk Özlemi" nin tarzına benzettim biraz da Bülent Ortaçgil geldi aklıma. Ekşi Sözlükte biri keşke Burak Güven söyleseymiş demiş, bende katılıyorum kendisine, daha hoş olabilirdi sanki.

Madem bu kadar yırtındım albümü analiz edebilmek için, bir de meramımı dile getireyim istiyorum. Eskiden çok eskiden, ben çok kafa bir arkadaşımla il il gezerek konser takip ederdik, MvÖ konserlerini de baya bi takip ettik, tanınan sima olmuştuk hatta bi ara.) Ama konser anlayışımız çok hoştu, o zamanlar herkeste hoştu. Birbirimizi ezmezdik, önlere geçmek için yırtınmazdık, hatta mümkünse kıyı köşeden izler, biramızı içerdik, yorum yapardık falan, insanca izlerdik. Şimdi bana beleş davetiye falan verseler gitmem herhalde MvÖ konserine. Hem o eski çekirdek, bilinçli izleyici yok hem de artık konserler de kopyala yapıştır cinsinden. En büyük hayallerimden biri sakince, böğürmeden, ayağıma basılmadan, ittirilip kaktırılmadan konser izleyebilmek, aksi taktirde stres oluyorum ben.

12 May 2010

Umibe No Kafuka (Sahilde Kafka)




Bitirilmemiş kitaplar gözümde 2'ye ayrılır.

1. Çok sıkıldım, kusucam, bırakıyorum.
2. Allam ölücem nasıl muhteşem bi kitap bu, bitirmek istemiyorum!

Ben çok sevdiğim kitapları bitirememekle övünen bi kimseyim.. İkinci maddeyim. Böyleyim. Ya da öyleyim. Neysem oyum. Oysam neyim. İştahla yazılan her kitap reklamını okurum. Tv reklamlarını sevmem. Üzgünsem izlerim. Farketmeden.

Son yıllarda okuduğum (belki de tüm yıllarımda) beni en sürükleyen, kendini en çok merak ettiren, otobüste, evde, cafe'de, yürüyüşte, kahvaltıda yani her yerde okumak istediğim bir kitap bu. Elime aldığımda en fazla 30-40 sayfa okumaya özen gösterdiğim bir kitap. Zira onunla yaşadığım ilişkiyi çekiştire çekiştire uzatmak niyetim.. Tamamını okumadan kitap tanıtımı olmaz tabi. O yüzden bu yazımın birinci bölümü budur. İkincisini, kitabı bitirdikten sonra yazıp huzura kavuşmayı planlıyorum. Şu an huzursuzum. Nokta. 6 mayıs perşembe.

--------------------------

Evet, kitap dün itibariye bitti. Bir önceki yazıda daha coşkuluydum zira kitap henüz bitmemişti, şimdi o coşku yerini huzura bıraktı (böyle bir kitabı okuyabilmenin bünyeye verdiği huzur) Şimdi biraz sıcağı sıcağına anlatmak istiyorum kitabı, çok fazla spoiler vermemeye çalıştım biraz zor olsa da.

Kitap, ilk olarak 3 bölümle başlıyor.

İlk bölüme, Kafka Tamura'nın evden kaçışını okuyarak başlıyoruz. Kafka, 15 yaşında ve dünyanın en sert 15'lik delikanlısı olmak zorunda. Zira kendisine yazılmış tuhaf bir kader var ve bu kaderden olabildiğince uzaklaşması lazım.

(Yorumum: Kafka'nın kendine güveninden çok etkilendiğimi söyleyebilirim. Herşeyi olabildiğince tasvir etmesi beni memnun etti, kafamda daha rahat canlandırabildim. Yaşamını sil baştan kurması, kaderinden kaçarken aksine içine atlaması beni üzdü biraz ama gerçekten de dünyanın en sert 15'lik delikanlısı artık gözümde. Düzenine de hayran kaldım)

İkinci bölüm çok ilginç, yıllar önce 1944'te savaş döneminde olan bi olayı anlatıyor. Aslında anlatmıyor, Amerikan ordusunun gizli soruşturma yazılarını okutuyor bize. Olay şu; bir öğretmen bir sınıf kadar öğrencisiyle ormana yürüyüşe çıkıyor, bir anda öğretmen hariç tüm çocuklar bayılıyor, bilincini kaybediyor. Sonra bilinçleri yerine geliyor ama bayılma anını hiç hatırlamıyorlar. Sonra bu olayla ilgili pek çok ilginç ayrıntıyı okuyor olacaksınız.

(Yorumum: Ben bu bölümü okurken baya bi ürperdim. Çok ilginç bir olay, hatta ilk okuduktan sonra sabaha kadar kabuslarıma girdi. Ben normalde tırsak bi kimseyim, okuyanlara dipnot:) )

Üçüncü bölüm, benim en ayıla bayıla okuduğum bölüm. Nakata adlı bir yaşlı adam.. Kedilerle konuşabiliyor. Küçükken geçirdiği bir kaza sonucu çok akıllı değil, kendi de farkında, ama nasıl da sevimli, nasıl da içten.. Kendinden "Bendeniz Nakata" diye bahsediyor her cümlesinde. "Kendinden 3. tekil şahıs olarak bahsetmek" en çok ve sadece Nakata'ya yakışıyor bence. İleriki bölümlerde anlayacaksınız özel güçleri sadece kedilerle konuşmak değil. Onu çok sevdim. Sonunda çok üzdü beni, o ayrı.

(Yorumum: Dediğim gibi Nakata'nın hikayesi beni çok mutlu etti, özellikle kedilerle konuşma bölümleri dehşetti. Kavamura öldüğünde baya bi yas tuttum. Eğer bi kedim olursa adı muhakkak "Kavamura" olacak..)

Söylememe gerek var mı bilmiyorum ama bu 3 bölümün okudukça birbiriyle bağlantısı ortaya çıkıyor.
Kitap, çok gerçekçi anlatımının yanı sıra gerçek dışı öğelerle de baya bir zenginleştirilmiş, bu bakımdan okuduğunuzda yadırgamıyorsunuz. Ayrıca, çoğu kimsenin eleştiride bulunduğu noktalara da (oedipus olayı diyelim kısaca) "metafor" gözüyle bakmak gerek sanırım, kitap devamlı bunu vurgulamış.

Yazarı "Haruki Murakami" (ezberleyene kadar cılkın çıkması) Biraz kalınca bir kitap ama asla yormuyor, çok akıcı, dahası çok merak uyandırıcı. Elimde okumak için aldığım bir sürü kitap var, bitirene kadar da kitap almamaya uğraşıyorum, bitince yazarın çevrilen tüm kitaplarını alıcam, şimdiden merak içindeyim.
Ve tekrar tekrar böyle bir kitabı bana okuttuğu için ve tabi hediye ettiği için Sinem'e çok çok teşekkür ediyorum:)

10 May 2010

Sonrası


Dehşetengiz bir doğumgünü sonrası bildirmekteyim sevgili okur. Cumartesi günü çok çılgın bir süpriz parti yaşattı dostlarım bana, sonra 2 gün boyunca evde temizlik yaptım, o derece yani.) Çok ayrıntıya giremem zira pek anımsamıyorum desem doğru olur, fotoğraflarda gördüğüm kadarıyla baya bi dehşet geçmiş, şöyle söyliyeyim anlayın, elimde ben-gay'la yerlerdeydim bi ara!

Hediyeler havalarda uçuştu, bayadır bu kadar hediyem olmamıştı, evlendiğimizden itibaren ilk doğumgünümdü, iki aile birleşince baya bi güzellikler yapıldı bana:) Ne güzel bişeymiş yahuu.

Ama en bomba hediyeleşme Barış'la aramızda oldu. Doğumgünüm için baya bi hediye aldım kendisinden ama en sevindiğim, ilk yıldönümü hediyesi "fotoğraf basma makinası" oldu heleloy, fotoğraf çekmekle baya bi kafa bozduğum şu günlerde muhteşem bi hediye oldu bu bana. Bu arada evliliğimizin ilk yıldönümü Pazar günü ama hediye vermekte anormal sabırsızız, dün ikimizinde hediyesi gelince hemen veriverdik. Ben Markafoni yüzünden baya bi hüsrana uğradım gerçi (kahve diye aldığım saat turuncu çıktı!!)

Sırada yıldönümü ardından da 22'sin de Barış'ın doğumgünü var, hala hediye arayışındayım, battık bu ay cidden.)

3 May 2010

Mayıs .. Oh la la !!


Mayıs'ın hep ayrı bi yeri oldu bende. Belki doğumgünüm olduğu için. Belki 8'in uğurlu sayım olması da bundan. Neden uğurlu ay ve sayım var onu bilemicem şimdi, var işte.

Hani insan özellikle kendi doğumgününün sabahından itibaren kendini bi özel hisseder, heyecanla süprizlerin yapılmasını bekler falan ya, bende Mayıs'a girdiğimizde öyle hissederim. Üstelik bu sene daha da anlamlı, zira evliliğimizin 1. senesini kutluyor olucaz 16'sında. Farklı olacak diğer Mayıs'lardan zira ben Mayıs 8, Barış 22, yıldönümü de ortası 16'sında. Tambi kutlama ayı, şölen havası yani:) Üstelik Barış 30 yaşını dolduruyor olacak, dın dın dın dın, pekbi heyecanlıyım.
Düşünüyorum da geçen sene bu zamanlar çalışıyordum, arkadaşımla çatı katı şirin bi evde kalıyordum, saçlarım uzundu:( ahaha, bir blogum yoktu, evlilik telaşı içinde devamlı liste yapıp duruyordum. Şimdi; işi bıraktım, saçlarımı kestirdim:(, ayrı bir eve taşındım, daha ilk gördüğümde evleneceğimizi bildiğim sevgilimle evlendim, bir blogum var .. Şimdiki halimden tabiki de daha memnumum, saçlarım hariç. Siz siz olun, balayından döner dönmez kendinizi kuaföre atmayın.

Bakalım.. yine göz açıp kapayıncaya kadar geçecek bu ay da . Seneye Mayıs yine yazarım buralara, geçen sene şöyleydi şimdi bıdı bıdı diye..