24 Şub 2010

Sık Kullandığımız Gülme Efektleri ve Top 5


Artık insanlar arasındaki iletişim koptu, internet, cep telefonu geldi mertlik bozuldu, herkes asosyalleşti geyiklerini yapmicam, artık herkesin ezbere bildiği şeyler bunlar.. Benim bahsetmek istediğim, yazarken kullandığımız gülüş şekilleri..

ahaha: Geçenlerde üşenmeyip düşündüm, en sevdiğim efekt ne? "ahaha" olduğuna karar verdim, duruma göre "a" lar uzayıp kısalabiliyor. Bi kere samimi ama lakayıt değil, "hey dostum süpersin" gibi bi anlama da gelebilir. Aslında tarihe bakacak olursak, bu gülme efekti ":)" haricinde ilk "ahaha" ile başladı bana göre, sonra gelişti. Ama bu işin atası bence "ahahah" oldu.. Severek kullanırım kendisini..

:) : Bu aslında efektten ziyade işaret. İşaretlerin hası. Naif, mülayim ve kibar. İlk tanıştığınız kişiler üzerinde kullanılabilir.. Geliştirildi tabi zamanla, :)))) çıktı, :(( çıktı, ondan sonra da aldı başını gitti, :=) ben bunu sevmem, samimiyetsiz gelir bana, :O aa çok şaşırdım anlamındadır, :D bu sevimlidir, :P şaka yaptım anlamındadır, :(((((((((( ağlicam tutmayın beni ve acı bana gibi anlamı vardır.. =) Bu da, aralarında en karizmatik olmakta, ilk 5'e oynar. Yani, başında iki nokta işareti olan çoğu işaret hayatımıza bi sülük gibi yapışmıştır, engellenemez..

ehehe: Aslında gayet samimidir ama bazen bak ben espri yaptım diye bağırabilir, bazı durumlar da da "ahaha" nın kız versiyonu yerine geçer..

ehueheh: eheheh den ziyade bu daha tercih edilmelidir, zira araya bir "u" girerek olaya bi kişilik kazandırmıştır.

nihohaha: İşte bu işaret, genellikle samimiyet düzeyi, "lan" lı konuşma level'ına geçmiş insanlar arasında kullanılır. Bak seni nasıl da mat ettim anlamına da gelebilir zaman zaman. Tabi en büyük özelliği, Yeşilçam filmlerinde "Erol Taş" gibi kötü adamlarca zamanında kullanılmış olmasıdır, yani "kötüyüm benn kötüüü" gibi sert bi anlam da taşır.. Dikkatli olmak gerekir..

puhaha: Yok, pek sevmem, hele cümle içinde çok sık kullanılırsa.. Biraz tükürüklüdür.

uhihih: Bu tam bir kız gülüşüdür, pek kullanmam ben , fazla nazlı ve "şekerkızcandy" anlamı taşır..

zuhahah: Zaman içinde asimile olan efektlerden. Oysa "ahahah" ile birlikte iyi giderdi bir zamanlar.

asdfsjksjaajajkebjvenkvnk: "Gülmekten sandalyeden düştüm, moruk naptın yaa" anlamı taşır, o ana göre ve kişinin kapasitesine göre doğaçlama geliştirilebilir.

Şimdi, bi top 5 yapalım bakalım..
1. ahaha
2. =)
3. asfdkkaksjdh
4. ehuehe
5. nihohaha

Siz siz olun gülme efektinize dikkat edin, yanlış anlaşılmayın. nihohahah.

23 Şub 2010

Kaş


Geçen sene Mayıs'ta balayı için gitmiştik, ama tadı damağımızda kaldı..
Mayıs'ta tatile çıkmak elbette riskli, yağmur yağabiliyor, akşamları hava soğuyabiliyor, deniz suyu ısısı dondurabiliyor.. Bizde illa Mayıs'ta evlenmek için direttiğimiz için hiç değilse o mevsimde, daha sıcak olabilecek bir yere gidelim dedik Barış'la ve Kaş'ı da bayadır merak ettiğimiz için tamamen internetten yaptığımız rastgele ayarlamalarla müthiş bi tatil yaptık.. Gitmeyi düşündüğümüz otelin (Aquarius) internet sitesinde "sanal gezinti" diye bi özellik var, birebir otelin içini, odalarını her şekilde istediğin gibi gezebiliyorsun. Biz de araştırırken gördük ve hoşumuza gitti, tuttuk, sonra gittiğimizde zaten Kaş'ın az sayıda iyi otellerinden biri olduğunu anlaşıldı, gerek kibar personeliyle, yemekleriyle, mavi bayraklı plajıyla, temizliğiyle..

Biz gittiğimizde çok dolu sayılmazdı mevsim itibariyle, o yüzden ne istersek çok ilgilendiler, bar kısmını mp3'lerimizle ele geçirdik mesela, en güzeli buydu:), otele şarap tanıtmak için getirilenleri bizimle paylaştılar falan, baya memnun ayrıldık diyebilirim..

Otel, Çukurbağ Yarımadasındaydı, Kaş'ın merkezine saat başı minibüs vardı, ara sıra gittik bizde, bi bar vardı unutamıyorum, öğle saatlerinde gittik, acayip güzel şarkılar çaldı mestetti bizi, tabi yazın baya bi çoşkun geçiyormuş geceler:)
Onun dışında ben yediğim en güzel haşlanmış mısırları ve mantarı orda yedim, yemekleri güzeldi, ama merkezde daha çok turistler için lokanta, cafe vs vardı, otelde yemeyi tercih ettik biz hep..

İstanbul'dan kalkıp Kaş'a gitmenin en can sıkıcı tarafı yol kısmı oldu, uçakla Dalaman Havaalanı'ndan sonra Kaş 2 saat malesef, onun için de çoğu otelin özel aracı olmakta, bizi de şoförle aldırtmışlardı havaalanından mesela, giderken de isterseniz anlaşıp götürmelerini sağlayabiliyorsunuz..

** Tavsiye yazısı gibi oldu yazı, biz giderken yukarıda yazdığım çoğu şeyi merak ederek gitmiştik, gidecek olanlara veya merak edenlere adansın bu yazı da madem..

** Bu da çok övdüğüm otelin internet sitesidir..

** Eğer gidecek olanlar varsa tekne turu yapmadan dönmesin, Kekova'dan kekik alsın bol bol, benden tavsiye..


22 Şub 2010

Kayıp Gül Skandalı

Biliyorum, üzerinden uzun bi zaman geçti, ama ben bu kitabı hala çok satanlar listesinde görüyorum ve bu beni deli ediyor o yüzden de yazmak istedim..

Aslında bir kitaba "iyidir okuyun" demek güzel de, "çok kötü almayın okumayın" demek bana biraz aykırı, ben yorumumu yazarım, "ama belki siz seversiniz" diye bitirmeye çabalarım, ama burada yazdıklarım tamamen kitap dışında, reklamı ile ilgilidir, baştan belirteyim de sorun olmasın. O yüzden de etiketi "kitap tanıtımları" olarak belirtmek istemedim, zira tanıtmıyorum kitabı..

Öncelikle Ezgi Başaran'ın bu kitapla ilgili yazısını muhakkak okuyun derim, zira ayrıntılı anlatmış neler yaşadığını..

Bu kitap, Ezgi Başaran'ın yazısını okumadan önce de kitapçılarda dikkatimi çekiyordu, üzerindeki yazılarda ender kitaplar olan, dünyaca ünlü kitaplarla bir tutuluyordu, Küçük Prens, Martı ve Simyacı.. "Vay be" demiştim, şuna bak böyle bi kitap çıkmış ama hiç duyulmadı sadece kitapçılarda gözümüze çarpıyor, uluslararası bestseller olmuş falan.. Önceden araştırmadığım bi kitabı almak gibi bi huyum da olmadığından bırakıp dönmüştüm, ardından bu yazıyı okudum ve anlamış oldum az çok neden duymadığımızı.
Ezgi Başaran yazısını okumaya üşenenler için kısaca anlatmayı görev bilirim, aynen Başaran'da kitapçıda görüp üzerinde yazanlara inanarak satın almış kitabı, bitirdiğinde şu an çoğu kimsenin yaşadığı hayal kırıklığı ile sormuş adeta "bu mudur" diye ve araştırmış, öncelikle Türkiye'deki ve dünyada kitabı basan yayınevleriyle görüşmüş, kitabın ne kadar sattığı ile ilgili, aldığı cevap çok komik cidden, kesin bi rakam yokmuş, yüzbinlerle ifade ediyorlarmış(!), yazarı da aramış ve bence pek hoş olmayan bi tavırla karşılaşmış, yazarın elinde 3-4 adet kendi imkanlarıyla edindiği bestseller listelerinin kopyalarını istemiş ve tabi ki yanıt "olumsuz" olmuş. En son olarak da Fransa'da kitabı basan yayıneviyle görüşmüş ve kitabın sadece 6bin adet basıldığını öğrenmiş.. Ayrıca arka kapaktaki etkileyici yazıları yazanların da kimler olduğunu bulmuş, bi tanesi ufo'larla alakalı hikayeleri basan bir Alman dergisi çıkmış.. Diğerleri de çok fazla alakası olmayan kişiler..

Şimdi, gelin de hayal kırıklığı yaşamayın.. Ben kitabı okumadım, sadece yazarın adının duyulması ya da kitabın çok satması ise amaç, bende etik bulmuyorum bunu ve sırf bunun için de alıp okuyacağım varsa da alıp okumuyorum. Zira kanıtlanamayacak rakamlar yazıp, arka kapağı alakasız isimlerin güzel gibi yorumlarıyla süslemek eylemini eleştirebilmek için kitabı okumaya gerek duymuyorum, belki de ilgi çekici bir kitap ama yalan yanlış olayları edebiyatın içine sokmak bana aykırı bir durum..

E tabi tüm bunlardan sonra ne zaman kitabevine girsem çok satanlarda kitabı görmek beni rahatsız ediyor, zira "reklamın iyisi kötüsü olmaz" deyimi bu kitap için birebir örtüşmüş. Tebrik ediyorum bu işin içinde olanları, ne kadar sattığını bilmeyen yayınevlerini.. Zira başarmışlar, tabi buna başarmak denirse..

19 Şub 2010

Nickname Bulma Sorunsalı


Çok fena bi sorun kendimden bilirim. İnternette gezerken bazı sitelere üye olmadan keyifle gezemezsiniz, tamam oralara çok fena sallarım, umurumda da olmaz, ama öyle siteler var ki, şöyle güzel, karizmatik bişey bulayım falan diye düşünürken kalakalırsınız. Misal, ekşi sözlük, last fm, twitter, blogger vs... Bu siteler benim için önemli, zira her gün girerim, takip ederim, yazarım çizerim.. Sözlükte, şimdi burdan söylemeyeyim diye artislik yapacağım bi ismim var, onu seviyorum ama diğerlerinde kullanamadım. Blogger da problem yok, istediğin şeyi kullan, twitter eh işte, ama en utanç verici nick'im Last Fm'de. Öyle büyük bir yaratıcılık örneği sergilemişim ki ismime ekleme yapmışım, değiştiremiyorum da. Çok mu önemli? Değil. Dayanamıyorum yazıcam, "cerennnn" ahahah.
Bende isterdim adam gibi bi isim bulayım, her yerde kullanayım,ama benim büyük bir deha örneği gibi bulduğum tüm isimler genelde önceden akıl edilmiş oluyor.

Varsa aranızda böyle sorunları olupta her gün başını ellerinin arasına alıp düşünen, tek çatı altında toplanmayı, birleşmeyi öneriyorum..
"Nickname bulmayı beceremeyen ama özünde gayet iyi olan insanlar" ismi nasıl ?

17 Şub 2010

Uzun Saç.. Hem de Hemen !


Evlendikten sonra, insan bir takım triplere giriyor, ben bunu çoğu arkadaşımdan duydum ve kendimde tasdikledim. Değişiklik yapmak istiyor görünüşünde, niyedir bilmem. Bende, balayından döner dönmez, hemen kuaföre atmıştım kendimi, yıllardır saçım uzundu ve asla hiç bir güç kestiremez-di , ama kuaförden küt ve gayet turuncu bir saçla döndüm. Bu bahsettiğim mevzu, 2009 Mayıs oluyor. Kısa saçımı da gayet beğendim, turuncuya da üniversiteden alışıktım pek koymadı ama aylar geçtikçe bende hafiften birtakım krizler mevzu bahis oldu:) Benim saçım neyseki pek çabuk uzar, neyse 5-6 ay sonra baya bi uzadı ancak modeli, önden uzun arka kısa olduğu için ben dedim ki "yahu bi kuaföre uğrayayım da eşitlesin adam gibi uzasın saçlar" nerden dedim bunu lanet ettim sonra bu lafa kendimce. Klasik kuaför söylemi olan "aa olmaz uçlardan da kesmemiz gerek" .. Yeteri kadar beni katil etmeye uğraştıktan sonra "tamam, ama kısaltabileceğin en minimum seviyede" dedim ve başladık, sonuç gerçekten de felaketti, hadi kısa kesmesinden geçtim, "böyle bi kesim olur mu be arkadaş yuh" dedirtti. Arkanın üst kısımlar baya bi tepeme çıkmış falan, yani yaşlı teyze modeli diyeyim de anlayın. O hafta Ankara'da ziyaretimizde ben yıllardır kendisine çok güvendiğim bi kuaföre düzelttirdim ama hala uzamasını bekliyorum o ayrı.

Zaten kuaför fobim var, daha da depreştim. Saçımı yıllardır bilumum kuaförlere kızılın her tonuna boyatmış bir kimse olarak, ilk kez dışardan boya alarak kendim boyamaya başladım, artı saç düzleştiricide aldım böylelikle kuaförlerle olan tüm bağlarımı sonuna kadar kestim. Şimdi son hız uzamasını bekliyorum çaresizce.

Kısa saç herkese gitmiyor, ama yakışanı da fevkalade oluyor.. Ama ben almayayım, uzun saçın havası apayrı bana kalırsa. Birkaç gün önce bi markette şampuan beğenmeye çalışırken, tanıtıcı bi kadın Elidor'un saç uzatma özelliğinin olduğunu söyledi tabiki de kaptım hemen. Pembe şişeli olanından, cidden ilk yıkamada üstünde vadettiği şeyi veriyor, parlak ve güçlü. Eskiden yani Elidor henüz yenilenmeden asla ve asla almayacağım bi markaydı, kepek yapıp, kurutuyodu ama yenilendikten sonra ben fazlasıyla beğenmeye başladım, gerçi sonra gelip araştırdığımda saç uzatma gibi bi özelliğinden hiçbi yerde bahsetmediğini gördüm ama bilemiyorum, saç uzatmayı sağlayan bi madde varmış adını unuttum belki o maddeden vardır içinde.

Tabi doğal yöntemleri de deniyorum sık sık. Hem müthiş bi parlatıcı olan "Tatlı Badem Yağı", arasıra doğal zeytinyağı, yumurta sarısı falan. Başka bi sırrı, önerisi olan varsa beklerim.

** Üstteki foto, kuaföre gitmeden önceki son 5 dakikamı temsil etmekte:(

16 Şub 2010

Julie & Julia


Julia Child ve Julie Powell ' in filmi bu.. Bittikten sonra yüzünüzde gülümseme bıraktıracak ve huzur verecek, eminim bundan. Ben izlemekte biraz geciktim sanırım.

Öncelikle, Merly Streep nasıl bir oyuncusun sen? Önce bi "The Devil Wears Prada" izlenmeli, ardından da bu film, inanamayacaksınız, hani tamam kadın şahane bi oyuncu ama üstüste bu iki farklı karakteri izleyince insan "neler oluyor kuzum hayatta" diyebiliyor. Ayrıca bu filmde çok müthiş bi şekilde kocasını canlandıran Stanley Tucci, "Şeytan Marka Giyer" de de oynuyordu.

Filmin içinde yemek, blog, ilişkiler (hollywood'un olmazsa olmazı), iş hayatı, arkadaşlıklar, evler kısacası benim şu sıra ilgi duyduğum çoğu şey vardı, belki de o yüzden çok sevdim. Tabi, gerçek hayattan kurgulanmış olması daha da güzel, oyunculuklar iyi, e daha ne? Muhtemelen, bugünden itibaren birkaç kez daha izlerim, zira sevdiğim filmlerin cılkını çıkarmakta üstüme yoktur.

Konu: Julia Child eşinin görevi nedeniyle devamlı ülke değiştirmek durumunda kalan upuzun boylu, farklı konuşma tarzı olan bir kadın, hiç boş bi kadın olmadığı için çeşitli uğraşlarla oyalamaya çalışırken, yemek kursuna kaydoluyor ve içindeki cevher dışarı adeta fırlayıveriyor:). Julie Powell ise, Julia Child'ın büyük bir hayranı, onun seneler önce binbir güçlükle çıkardığı kitabın tariflerini kendine 1 sene tanıyarak deniyor ve blogunda paylaşıyor. Film bi Julia'nın yaşamını, bi Julie'nin yaşamını gösteriyor. Kabaca konu bu.

Eleştiri: Filmde, Julie 'nin Julia Child'ı adeta bi yakını, dostu vs. gibi özümsemesi benim hoşuma gitti, ama gerçek hayatta Julia'nın neden hoşuna gitmedi onu bilemedim, filmde de anlatılmadı, sonu havada kaldı, Julia'nın son dönemlerine dair herhangi bi bilgi verilmedi, filmin sonunda sadece ne zaman öldüğü yazıldı o kadar.

** Bu arada ıstakoz pişirme sahnesinde "Psycho Killer" çalması süper bi ayrıntıydı:)

15 Şub 2010

Pin-Up Band - Üretim Hatası


Kadın müzisyenleri dinlemeye bağımlı bi insan olarak, bu ülkede de çıkan grupları tarzıma göre elbette takip etmeye çalışıyorum. Kadın gruplarımızın sayısı çok çok az olmakla beraber bazıları var ki takip edilmeye değer..

Ben Pin-Up 'ın albümünü uzun bi zamandır bekliyordum, şimdi hatırlayamadığım bi zamanda, şimdi hatırlayamadığım bi konserde ön grup çıkmışlardı, orda dinlemiştim ilk, beğenmiştim, en azından kendilerine has bi tarzları var ve her şeyden de önemlisi cesurlar. Bunu şarkı sözlerinden, tarzlarından, görünüşlerinden, sadece kızlardan oluşan bi grup kurmalarından ve bundan kolay kolay vazgeçmemelerinden de kolayca anlayabiliriz. Bu arada tarzları "Punk-Rock" arası bişey ama sanırım sadece "Punk" demek daha doğru.

Birkaç sene önce "Ben 1 Sen 0" diye bi şarkı yapmışlardı, baya baya güzeldi, bulabilirseniz bi yerlerden çekinmeden dinleyebilirsiniz.

Yeni albümleri de nihayet çıkıyormuş. Çıkış şarkıları "Üretim Hatası" . Ben gülerek izledim klibi, eğlenceli olmuş. Şu sıra dinleyecek müzik sıkıntısı çektiğimden mütevellit, albüm çıkınca alıp uzun bi süre bağrıma basmayı planlıyorum. Bence böyle gruplara ihtiyacımız var, size de fenalık gelmedi mi artık temcit pilavı gibi, aynı sözlerle aynı melodiyle dönüp duran gruplardan?

Vokal: Ayşe Ertuğrul
Gitar: Ayşegül Esen
Bas: Ezgi Özkan
Davul: Özlem Gündoğmuş

** Şuradan facebook sayfasına erişebilir, klibi izleyebilirsiniz.
** Şuradan da sitesine girebilirsiniz.
** Şuradan da da MySpace'ine girebilirsiniz.

Everybody's Fine


Valla hiçte keyifle izlemedik baştan söyliyim. Tamam gayet güzel bir film falan ama, Barış'la bitap düştük üzülmekten, çaktırmadan ağlayanlar mı dersin, iç çekenler mi..
Malum 14 Şubat'tı dün, hatta bi de üstüne Pazar'dı. Pazar günleri bizde baya bi koşturmalı geçerdi önceden, ama kış gelince eve kapandık, üşendik dışarı çıkmaya, ama dün hava o kadar iyiydi ki Şubat ayına göre, attık kendimizi dışarı. Neyse, günün sonunda çok sert olmayan, şöyle aman agucuk bugucuk bi film izleyelim de keyfimizi taçlandıralım dedik, ama mümkün olmadı.

Film, 1990 yapımı "Stanno Tutti Bene" adlı bir filmin Hollywood uyarlaması.

Başrolünde Robert De Niro var, kendisi Frank rolünde, eşini 8 ay önce kaybetmiş, çocukları başka başka yerlere dağılmış, tek derdi eskiden olduğu gibi yine çocuklarını birkaç günlüğüne de olsa bir araya getirebilmek, aynı masada toplamak. Bunun için hazırlık yaparken bir gün, çocukların her biri arayıp gelemeyeceğini söyler ve Frank'ta bavulunu toplar ve süpriz yapmak için yollara düşer..
Frank, biraz sert bi baba olmuş, yani sertten kasıt, çocuklarını daha iyi eğitip, iyi yerlere gelebilmeleri için idealist yetiştirmeye çalışmış, ama onların duygularını, isteklerini görmezden gelerek. Film, her bir çocuğuna yaptığı kısa yolculuğu anlatıyor, tabi bu kadar dümdüz değil konu, bir takım olaylar oluyor ve anafikir ve son yine hüzünlü de olsa -klasik-, mutlu.. Dersini almış bir baba, bi anda rahatlayan yetişkin çocukları..

Oyuncu kadrosu aslında bi hayli tanıdık.. Robert De Niro dışında, Drew Barrymore, Kate Beckinsale, Sam Rockwell oynuyor. Fazlaca bir şey beklemeden, hüzünlü, sıcak bir Hollywood filmi izlemek isteyenlere tavsiye edebilirim..

** Bu arada Paul Mccartney bu film için bir şarkı yapmış, filmin sonunda duymak mümkün. "I Want To Come Home" ..

12 Şub 2010

Dinlemekten Utandığımız Şarkılar


Burda utanmaktan kasıt, yüz kızarması gibi bi durum değil, hani olur ya tamamen alakasız bi tarzda bi şarkıyı beğenirsiniz, tv'de gördüğünüzde çaktırmadan dinlersiniz falan, sonra iş o şarkıyı indirmeye kadar varır, aa bi de bakmışsın dinliyosun deli gibi eşlik ediyosun falan. Ama burda asıl nokta, yanında biri varsa "ah azizim müzik dünyası nereye gidiyor" başlıklı konuşmalar yapıp, çaktırmadan içinden eşlik etmektir.

Son birkaç aydır tamamen benle alakasız şeyler de dinlemeye başladım ve evet bazen utanç duyuyorum bundan! Dün mesela Mtv'de Alicia Keys çaldı eski bi şarkıymış, ben tabiki de yeni sandım, "If Ain't Got You", baya beğendim, edindim tabi şarkıyı, dinliyorum falan, akşam Barış geldi, sanırım benden utandı ahahah yazarken çok eğlendim birden:) Her neyse işte muhakkak vardır böyle şarkılarınız. Ama şunu da belirtmek isterim bu şarkı içinde blues ve jazz tınıları falan barındırıyor (kendini savunma mode on) Şunu da belirteyim, Alicia Keys'i aşağıladığımdan değil, kendisinin sesini baya beğenirim ama o tarzla alakam olamadı pek.

Bi ara bi haber okumuştum, Türkiye'de insanlar Hande Yener dinliyorum demekten utanıyormuş, gayet iyi anladım, zira ben bi ara bu hanımefendi elektronik müzik falan yapmaya başladığında beğenir gibi olmuştum (hala utanmak) ama itiraf edememiştim:)

Mesela, bi ara da arabesk çok varoş bi müzik gibi algılanıyodu sonra ne olduysa oldu, bi anda rock yapan gruplar coverlamaya başladılar bi nevi insanlar sevdiklerini itiraf etmeye başladı, hatta bi yandan bu müzik türü baya baya ihya edildi, aklandı mı desem:) Rock camiası Müslüm Baba'yı paylaşamaz oldu.

Bikaç hafta önce de Lady Gaga'nın "Bad Romance" şarkısını ve Beyonce'ın "Sweet Dreams" şarkısını sevmekten ötürü kendimden utanmıştım ama beraber aştık bu olayı, zira benim durumumda olan nice blogger varmış:)

* Bi de bu ara Kenan Doğulu'nun "Aşkkolik" diye bi şarkısı dönüp duruyo Mtv'de acaba utanmalı mıyım diye düşünüyorum..

Varsa dinlemekten utandığınız şarkılar, buyrun beraber utanalım.

** Bu arada bunu nası unuturum dediğim bi utancım daha var: La fontaine şarkısı. Her çıktığında kendimi tutamıyorum malesef..

10 Şub 2010

McAuley Schenker Group ( MSG )


Çok tesadüfi tanıştım kendileriyle, öylece dururken müzik dosyamda, bu da neymiş diyip açıverdim "What Happens To Me" yi ve başladı kendileriyle maceramız.. Öncelikle belirteyim, hard rock grubudur. Tiksinenler varsa devam etmesin:)

İlk çıktıklarında adları gitar dehası olarak anılan kurucusu ve aynı zamanda gitaristinin ismi olan Michael Schenker Group idi, sonra müthiş sesli Robin Mcauley katılınca isim Mcauley Schenker Group (msg) oldu. Beraber 3 albüm yaptılar. En çok bilinen şarkıları "Anytime" , "Nightmare" "Doctor Doctor", "What Happens To Me", "When I'm Gone" sanırım.

2006 Mayıs'ta İstanbul'a teşrif ettiler ama ben tabi o zamanlar ayrı dünyaların insanıydım.. Zaten Robin'de yoktu. Hıh.

Diyeceğim o dur ki, dinlemeyen kalmasın, bende 1993 yılına ait bi Unplugged var, dinleyip geçiyorum kendimden mütemadiyen.

İstekler


Kendi kendime saçma sapan bi istek listesi hazırlamak istedim, bu aralar hep bişeyler istiyorum ondan olabilir..

* Evden çıkmadan yazılarımı gönderebileceğim, ara sıra hoş sohbet insanların olduğu ofise gideceğim bi gazetede köşe yazarı olmak istiyorum, heh hazır bu mesleğe adım atmışken kendimi 5-6 ay bi eve kapatıp polisiye bi roman yazmak istiyorum(genelde yazarlar kendini bi eve kapatıyolar ya hep yazarken, işte ondan)

* Hani şimdi revaçta olan bi mevzu var bende valla magazinden biliyorum, fazla kiloları olanlar bi şirketle anlaşıyor, her öğünde evlerine ne yenilecekse kişiye özel mönü gönderiyolar, bu fikir harikaymış vesselam, benim fazla kilom yok ama biraz sağlık takıntılıyım bu aralar, aman sebze yiyelim, aman yağını azaltalım falan. Her şeyden de önemlisi üşengecim arkadaş!

* Evime yakın bi dvd'ci olsun bi de olmuşken, kalkıp Üsküdar'dan Beşiktaş'a dvd almaya gitmek hele ki bu soğukta zor.. Bi de Starbucks açılsın be.

Aç Parantez çocuğum... (ben çocukken, çok dergi okurdum, genç kız dergileri falan:) Sanırım o dergilerin birinde, ya da bi köşe yazısında görmüştüm, istediğiniz her şeyin fotoğrafını ya da resmini kesin, bi defterin arasına koyun ve her zaman göremeyeceğiniz bir yere o defteri saklayın, yavaş yavaş gerçekleştiğini göreceksiniz gibi bişeydi, aman dedim deneyelim hemen, cidden onu birkaç sene sonra bulduğumda istediğim çoğu şeyin gerçekleştiğini gördüm, bunu da söyleyesim geldi bi an)

* Kendime ait minik bi cafem olsun, müdavimleri olsun, her gelenle sohbet edelim, felsefeye girişelim, kahve benden olsun.

Şimdilik bu kadar, fazla da abartmayayım, zira tutamıyorum kendimi.


9 Şub 2010

İşte Hayalimdeki Meslek A Dostlar!


"Gizli Fotoğrafçılık" diyebiliriz. Upuzun zamandır düşündüğüm bişeydi, nerden de aklıma geldi bilemiyorum.. Poz vermekten nefret ettiğim için ya da tamamen kendimi kaybettiğim, unuttuğum bi anda nasıl göründüğümü merak ettiğim için olabilir..

Düşünüyodum, yahu dedektif gibi biri olsa, ben farketmeden, asla ve asla ben ve etrafımdakiler çakmadan mevzuyu, paso beni fotoğraflasın, ya da arkadaş toplantısında kameraya alsın falan. Tabi bu mevzu için fotoğrafçıyla birkaç hafta önceden anlaşmak gerek, yüzyüze görüşmeden, tam tarih kararlaştırmadan. Olay bittikten sonra da bana postalasın kocaman zarfların içinde, güzel bi albüm olsun. He, derseniz bu olay nasıl çaktırmadan yapılır? Hadi fotoğraf neyse de video zor biraz evet, ama çok profesyonel insanlar yapabilir bence böyle bi mesleği.
İşte ben bunları düşünürken, dün gece Saba Tümer'in programında gördüm. Birebir aynı değil benimkiyle ama baya benzer. Onlar önceden programlarını veriyorlarmış, misal ben şu saatte Nişantaşı'nda bilmemne mağazasına gidiyorum gelin çekin gibi. Ben ona gelemem arkadaş, kasılırım. Tüm gün de olabiliyor, bir saatliğine de olabiliyormuş. Benim bahsettiğimde bir zaman sınırlaması olacaksa eğer, 3 hafta falan olabilir. Her neyse ucuza böyle bi mesleği icra edebilen varsa haber versin:)

** Bu arada attığım başlığa göre, bu benim yapabileceğim bi meslek değil, ama böyle bi mesleğin olmasını hayal edebiliyorum:)

Badem Ezmesi


Bu güzellikler, Şekerci Cafer Erol Kadıköy'den dün alındı ve artık yoklar. Açıkçası fotoğrafını bile zor çektim, dayanamadım. Badem ezmesini klasik şekilde yiyoduk ama bunlar da çok hoşlar cidden. Özellikle patates şeklinde olana bayıldık, o nasıl bi formdur yaa, üzerinde filizi bile var:) Patates ve mısır şeklinde olanlar sade, ama diğerleri mesela limon şeklindeki hafif bi limon aromalı çok nefis. Yolunuz düşerse denemenizi tavsiye ederim. Zaten kendilerinin şu sitesini bi ziyaret edin, koşarak bile gidebilirsiniz..

8 Şub 2010

Yol Müzikleri


Şimdi, bu mevzuya bi ara baya bi kafa yoran oldu biliyorum. Ama ne var yani, benim de fikirlerim var!
Ben üniversiteyi taa Muğlalarda okudum, Ankara - Muğla arası da nerden baksan otobüsle 8 saat. Tabi ben okurken böyle şimdiki gibi mp3 müş falan hak getire. Gerçi çıkmıştı sanırım ama biz discmanci gençliktik, hatta ilk zamanlar wolkmanci gençliktik, öyle şeylere pek kafa yormazdık, atardık kaseti ya da tıkış tıkış doldurulmuş cd'mizi çantaya, öyle yola çıkardık. Tabi bi de birkaç çeşit ve yarı boş, ya da babaya yola çıkmadan aldırılmış bi ton pille. Zira pil dayanmıyordu, duracell bizim tanrımızdı o zamanlar. Neyse işte, bu arada benim discman'im turuncuydu, çok severek kapmıştım kendisini öğrenci iken annemden olan ekkartımla :)

Ben müziksiz yola çıkmayı hiç düşünemem, bi ara çok kitap okudum yollarda, ara verince de müzik dinlerdim, bu iki ilahi araç, hele bi de yanınızda "bıdı bıdı konuşmaya çalışan bi teyze" oturduysa, sizi ondan çok pis izole eder, bilginize.

4 sene Ankara - Muğla arası baya bi gidip geldim, yollarda harap oldum ey okur, ama neyse ki yol albümlerim vardı, misal ben çok pis Scorpions dinler gaza gelirdim. O zamanlar baba grupları dinlemişliğim vardır çünkü internet denen zımbırtı bize pahallıydı, ne de olsa internet cafeye sadece not öğrenmeye ya da tez yazmaya giderdik hey gidi.. Dolayısıyla yeni çıkan gruplardan falan Ankara'ya tatilde gittiğimde Mtv izleyerek haberdar olurdum..

Bon Jovi akustiği çıkmıştı, hiç unutmam, Ankara'da radyoda bi program vardı, çoğunu çalmıştı, bende kasete çekmiştim, onu baya bi dinledim. Chicago, Janis Joplin, Eros Ramazotti (bu adamın sesine bayılırım), Guns and Roses tabiki, Radiohead falan falan.

Şimdi artık İstanbul'dayım ve bi yere gittiğimde yok, gittiğimde de belediye ya da halk otobüslerindeyim , o kadar gürültülü bi şehir ki malesef dinlediğimden bişey anlayamıyorum, trafikte kalınca birilerini boğazlayasım geliyor, e yaşta ilerledi daha soft şeyler dinliyorum, onun da gürültüden hakkını veremiyorum.

Başlığın da çok hakkını veremedim, birkaç albüm yazayım madem yola çıkanlar için..

Bat For Lashes - Fur and Gold (soft sevenler için)
Fatima Spar Und Die Freedom Fries - Zirzop (Daha bi oynak Balkan ezgili, bossanova bişiler)
Norah Jones - Come Away With Me (dingin)
The Last Shadow Puppets - The Age Of Understatement (her daim favorim)

gibi bişiyler.. Varsa bi önerisi olan, yorum buyurursa sevinirim..


Ankara Simidi


Ey simitlerin şahı !! 20 küsür sene Ankara'da yaşayıp da seni alelade bi simit olarak gördüğüm için affet beni !! İstanbul'a taşınıp birkaç sene o pek bir şeye benzemeyen simitleri yemeye çalışınca aklım başıma geldi, ah ne aptallık! Şimdi ne zaman Ankara'ya gitsem sen ve senin sülaleni poşete tıkıp getiriyorum İstanbul'a, atıyorum dondurucuya, istediğim zaman tostta ısıtıp yiyorum, ama gittikçe tükeniyor, sen tükendikçe bende tükeniyorum anlıyor musun beni? Meğersem senin o simsiyah görüntünün altında ne masumluklar yatarmış! Aaahhh ah...

** Eğer bu yazıyı herhangi bi Ankara'lı okuyorsa, mesaj yerine ulaşacak demektir ve ben o zaman da çok uzaklarda olacağım.. Diyeceğim o dur ki, hani akşamları bazı güzide amcalar 5 simit 1 lira gibi kampanyalar yapıyolar ya, ah hemşerim al onu, ağlatma beni, demle çayını, kes yanına tulum ya da eski kaşar peynirini ohh !!

6 Şub 2010

Bu Sene Rock'n Coke Yok!


Attention Please! Artık Rock'n Coke denen oluşum 2 senede bir yapılacak.. Hiç gittin mi derseniz hayır gitmedim, ama bu sene olmaması hoşuma da gitmedi niyeyse.. Gerçi çok fazla festival yapılıyor artık hani eksikliğini hissedeceğimizi de sanmam, bakalım.. Aşağıda yetkili kişiliklerin açıklaması var konuyla alakadar;

Değerli Basın Mensubu,

Coca-Cola tarafından Pozitif organizasyonu ile düzenlenen Rock’n Coke Festivali, yedi yıl önce İstanbul’u dünya festivaller atlasına yerleştirme ve uluslararası standartlarda bir festival yaratma hedefiyle yola çıktı. Bugün artık Rock’n Coke Festivali’nin bu hedeflerine ulaştığını ve müzik alanında bir marka olduğunu görmek bizi mutlu ediyor. Bundan sonra Rock’n Coke Festivali’ni ve müziğe olan desteğimizi farklılaştıracak işlere imza atma zamanı geldi. Coca-Cola Türkiye olarak başarı çizgisini daima yukarı taşıma, farklılaşma, her alanda yenilikçi ve öncü olma vizyonumuz çerçevesinde Rock’n Coke Festivali için olumlu olacak bir karar verdik.

Bu yıldan itibaren Rock’n Coke, iki yılda bir gerçekleştirilecek. Dolayısıyla önümüzdeki ilk festival dünya takvimlerindeki yerini 2011 yılında alacak.

2011 yılında gerçekleştireceğimiz Rock’n Coke, geçmiş senelere göre pek çok değişiklikle müzikseverlerin karşısında olacak. Festival ruhunu koruyarak, müzikseverlerin coşkusunu en üst seviyeye taşıma ve yenilikçi birçok uygulamayı hayata geçirme hedefiyle içinde bulunduğumuz yılı bu yeni festivalin hazırlıkları ile geçireceğiz ve ekipçe enerjimizi buna yoğunlaştıracağız.

Rock’n Coke 2011’de görüşmek dileğiyle...

Coca-Cola Türkiye

Coffee and Cigarettes


İş
te benim filmim! Bu filmin bi felsefesi var ve bu bana çok uyuyor.. Jim Jarmusch efendi döktürmüş tam anlamıyla zamanında.. Sigara kullanmıyorum ama ne zaman izlesem mutlaka kahve yapıyorum, dayanamıyorum zira..

11 kısa filmden oluşmakta, içinde kimler yok ki.. Roberto Benigni, Cate Blanchett, Iggy Pop, Bill Murray, Alfred Molina, Tom Waits, Steve Coogan, Meg White-Jack White kardeşler (The White Stripes'tan) gibi.. Aslında belirli bi konu yok, çeşitli cafelerde geçiyor, önemli olan burdaki muhabbet oluyor, tabi bi de kahve ve sigara.

Ben en çok "Cousins" filminde Cate Blanchett'in oyunculuğuna çok şaşırmıştım, zira iki karakteri de kendisi oynamış ama farketmek baya bi güç. Iggy Pop çok sevimli, "Delirium" bölümünde Bill Murray harika, "Cousins?" bölümü çok manidar falan falan, tüm bölümleri ayırt etmeksizin seviyorum aslında..
** Çok fazla anlatıp izleyecek olanlar için büyüyü kaçırmak istemem ama tüm bölümler siyah beyaz damalı bir masada geçiyor ben ilk başta dikkat edememişim, söyliyim dedim..


strange to meet you: roberto benigni- steven wright
twins: cinque lee - joie lee
somewhere in california: tom waits - iggy pop
renee: renee french - e.j. rodriguez
those things'll kill ya: joe rigano - vinny vella
no problem: isaach de bankole - alex descas
jack shows meg his tesla coil: jack white- meg white
cousins: cate blanchett
delirium: rza - gza - bill murray
cousins?: alfred molina - steve coogan
champagne: taylor mead - bill rice

2 Şub 2010

Lockerz Çılgınlığı


İlk başta çok deli saçması geldi bana da evet, ama denemekten ne çıkar dedim...

Bilmeyenler için bi bilgi vereyim öncelikle, bu lockerz hediye dağıtıyo arkadaş, yapacağın şeyse hergün düzenli siteye girip anket sorularına kafana göre cevap vermek, günde 4 puana kadar kazanabiliyosun, ben şu an 34 teyim, eğer davetle arkadaşlarını falan davet edip üye yaparsan 20 yi bulunca, 2 kat fazla puan kazanmaya başlıyosun. Bunları yapmakta hergün en fazla 1-2 dakikanı alıyor.

Açıkçası hediye kazanan var mı bilmiyorum, yurtdışında varmış ama Türkiye'ye hediye göndermeye yeni başlandı. Biraz araştırdım ama çok net bi bilgiye ulaşamadım. Hediyeleri arasında mesela Sony psp, Lcd tv, Nintendo, İpod, Mac notebook var. Örneğin Sony psp 200 puan. Yani yaklaşık 1,5 ayda kazanabiliyosun, ama dediğim gibi henüz bi kesinlik yok, her kafadan ayrı bi ses çıkıyor internette, ölümüne inanan da var, girenlere deli gözüyle bakanda..

** Davetiyeyle üye olunabiliyor, isteyen olursa yorum bırakırsa gönderebilirim..

1 Şub 2010

Powder Blue


Pazar günümüz şenlensin diye açtık filmi, izledik dün. Etkilendiğimi söyleyemem, hem de hiç.. Zira bu tip filmler çok yapılınca tıkanıyor bi yerde, bölük pörçük bölümler anlatılıp, parçalar birleşiyor ya artık bi "Amores Perros" olsun, bi "21 Grams" olsun, aklıma gelmedi başka, bu filmler tamam ziyadesiyle güzeldi diyebilirim ama artık sıkıldım ben, bu film de tuzu biberi oldu sıkıntımın. Sanki gel abi Jessica Biel'ı striptizci yapalım, bi de masum suratlı bi çocuk koyalım, ee zaten tutar bu film gibi bi mantıkla yapılmış gibiydi. Belki filmin tek süprizi "Patrick Swayze" idi. Bu film, kendisinin son filmidir malesef..

Konu, çocuğu bitkisel hayatta olan bir striptizci, karısı öldüğü için kendini öldürmek isteyen ama cesaret edemeyen bir rahip, hapisten yeni çıkan ve kızını arayan bir baba, ölü makyajı yapan masum bir çocuk.. Hepsinin hikayeleri anlatılıp bi yerde kesiştiriliyor. Dramatik bi film, beni etkilemedi ama beğenenlerde var.

Müzikleri güzel, onu söyleyebilirim. Cat Power- Werewolf , Urban Species- Blanket, Bliss- Breathe kullanılmış mesela..

Çarpışma (İpek&Burak)


İşte en büyük keyiflerimden biri.. Yahu çok güzel çizip, senaryoyu uyduruyor Oky (Oktay Gencer). Önce Penguen'de başladı hikaye sonra Uykusuz'a geçti bende bayadır takipçisiyim. Her hafta dizi izler gibi büyük bi heyecanla takip etmeye çalışıyorum. Hatta geçen sene dergide çıkanları toparladı bi kitap yayınladı, normalde çoğunu okumama rağmen böyle ardarda okumak daha da keyifli oldu. İkincisini de bekliyorum bi an önce.

Hiç bilmeyenler için kısaca tanıtayım, şimdi tahmin edebileceğiniz gibi, bu bi çift; İpek ve Burak. İpek çok karizmatik, cool, zeki ve güzel bi kız. Burak sevgi dolu ama bi o kadar da kaypak:), İpek'i çok sevse de başka kızları da düşünmeden edemeyen, mp3 dinleyip şarkı söylemeyi, içmeyi seven deli dolu bi tip. Onların ilişkisini takip etmek inanın çok zevkli. Hatta gündelik hayatta çoğumuzun yaşadığı şeyler var bazen. İpek'in cool tavırları ve Burak'ın delirme anları çok güldürüyo beni.

* Oky sadece "Çarpışma" çizsin diye bi grup açılmış facebook'ta, destekliyorum. Bazen dergide başka bi çizimini görüyorum dünya başıma yıkılıyo resmen:)