26 Şub 2011

Kutsal Aile / Fatih Altınöz

Kutsal Aile daha önce Afili Filintalar' da tefrika olarak yayınlanmaya başlamış Fatih Altınöz tarafından, daha sonra da April Yayıncılık tarafından da kitap haline getirilmiş, pek de güzel olmuş. 
Kutsal aile, İsmail' i, bazen dayanılmaz bir hal alan iç sesini, kimsenin başına gelmesin diyebileceğim abi Aytekin'i, masumiyetini sıklıkla sorguladığımız İsmail' in babasını ve çözmeye çalıştığımız annesini, pek merak ettiğimiz İsmail' in karısı Gülcan' ı, şöyle bir pataklamak isteyeceğiniz oğul Alican' ı ve az birazda Gülcan' ın ailesini anlatıyor. En çok İsmail tabi, saftirik mi, yoksa hayattan yırtmaya çalışan ortalama bir Türk insanı mı yoksa istediğinde gayet çakal olabilen bir adam mı, en çok bunu sorguluyoruz bol bol gülümseyerek herhalde.


İsmail, aslında ortalama bir geliri olan, her an her yerde görebileceğimiz bir aile babası. Karısının ailesine misafirliğe gitmesi en büyük kabusu mesela. Bir banka çalışanı, ara sıra meyhaneye içmeye gitmek en büyük lüksü. Karısını kızdırmamak için elinden geleni ardına koymayan, oğlunu karısının kardeşine kaptırdığını düşünen, sırf macera olsun diye karısını terk etmeyi düşünen bir adam. Fena bir iç sese sahip, durdurulamayan, her şeyi sorgulamadan kötüye yoran hafif paranoyak:)
Evet, komik bir kitap, kişinin mizah anlayışına göre bu kitapla eğlenme seviyesi değişir elbet, ben mesela bol bol gülümsedim. Özellikle Raci Dayı' nın ölümünün ardından mezarlıkta olanlar beni baya eğlendirdi, ama bu kadar. Bazı yerler fazla uzatılmış ve dolayısıyla fazla zorlanmış sanki, oralarda sıkıldım, o da belki önce tefrika olarak yayınlamanın olumsuz bir etkisi olabilir, çok akıcı değil bu yüzden sanırım.


Bu arada kitabı anlatan en iyi cümle bence Murat Menteş' ten gelmiş, “filmlerde kurşun yedikçe gülen adamlar olur. kutsal aile hem yaralıyor, hem güldürüyor.” 


Eğlenceli vakit geçireyim, her zaman her yerde görülebilecek ailelere bir de bu yönden bir bakayım derseniz bence okuyun.

25 Şub 2011

Elif Çağlar / M-u-s-i-c


İşte nihayet içimizi açacak bir albüm! Albümü sadece 2 gündür dinliyorum ama şimdiden içim rahat bir şekilde, hatta çılgınlar gibi tavsiye edebilirim. 


Soul, bossa, pop, folk, reggae gibi türleri içinde barındıran rengarenk bir albüm. Elif Çağlar yıllardır caz söylüyor, ama tamamen caz bir albüm demek doğru olmaz sanırım m-u-s-i-c için.
Albümdeki tüm söz ve müzikler Elif Çağlar' a ait, ki bu daha da güzel. Hem yaz, hem müziğini yap, hem de o şahane sesinle söyle. Albümün dili İngilizce, onu da belirteyim, ama öyle ağır İngilizce değil (ne demekse) yani orta halli bir İngilizceyle rahat rahat anlaşılabilir sanırım.


Benim şimdilik favorilerim, "Say Where You're At" , "Universal Love" , "Circus Love" ama dinledikçe tüm şarkıların favori olabileceğini hissediyorum, iyi albümlerde olur böyle şeyler:)


Albümü sitesinden alabiliyorsunuz bu arada.
Kendisinin şurada blogu var, şurada da şarkı sözlerinin yazıldığı bir blog var (ne şahane bir fikir) . Ayrıca ben "Killing Me Softly" coverını da pek sevmiştim, videosunu da ekliyorum, albümü almayı unutmayın diyerek ayrılıyorum.



Killing me Softly live from Akustikhane from akustikhane on Vimeo.

21 Şub 2011

33 kişiye sorduk, 1 de mim cevapladık..

Büyük çekişmeler(!) sonunda "edebiyat" açık ara birinci oldu eheh. 

Yaptığımız anket sonucu 15 kişi edebiyat, 9 kişi tespit/kişisel, 5 kişi müzik, 4 kişi de film/dizi tercih etti.

Demek ki, bundan sonra okuduğum her şeyi paylaşacağım gerçi zaten öyle yapmaya çalışıyorum ama bazen yazmak zor oluyor bazı kitapları (bazen üşeniyorum-evet)

Aslında ben "kişisel" kısmının birinci çıkacağını düşünmüştüm zira günlük tadında bloglar çok daha fazla ilgi görüyor, benim de çok severek takip ettiklerim var, çok daha fazla yorum alıyorlar, hatta ben de genelde kişisel yazdığım yazılardan daha çok yorum alıyorum, o yüzden bu şaşırtıcı oldu. 
Kişisel neyse de son zamanlarda yazdığım "tespit" yazılarından baya keyif alıyorum, o yüzden buna keyifle devam edeceğim.
Müzik zaten benim hayatımda vazgeçilmez, edebiyat, dizi, film, tv olmadan zorlanarak da olsa yaşarım ama müziksiz asla ve asla olmaz, bu yüzden müzik de hiç ama hiç rağbet göremese de yazmaya devam edeceğim bir konu olacak.
Yani kısacası, ben yine bildiğimi okuyacağım, ama bu sonuçlar beni gerçekten mutlu etti ne yalan söyleyeyim.

Sağ tarafta zaman zaman kamuoyu yoklamaları yapmaya devam edeceğim, aklınızda bulunsun .)

 ** Gelelim Sedoş'un gönderdiği mimimize. minimize. minimini bir mime ** 

1-Gün içinde eğer gerçekleşirse şok geçireceğin şey:

Bugün mesela, hemen dibimizde başlayan delme çalışmaları 5 dakika ara verirse şoke olabilirim, olmaya hazırım, lütfen dursun artık!!

2-Gördüğün zaman eğer almazsan uyuyamam dediğin şey:

Genelde cd, kitap ya da yeni keşfettiğim bir fotoğraf makinesi oluyor.

3-Uğruna diyetini bir kalemde bozduğun şey:

Diyet yapmadım hiç, dolayısıyla bozmadım da, ama tatlıya hayır diyemeyenlerdenim.

4-Uğurun var mı, uğurun? 

Hımm, yok sanırım.

5-Kendine en yakıştırdığın renk:

Kırmızıyı pek severim.

6-En sevdiğin takın:

Yüzüksüz çıktığım zaman kendimi eksik hissediyorum. 

7-Takıntın?

Çok var, ilk aklıma gelen uyuduğum odanın kapısını kilitlerim muhakkak.

8-Bavulum çoktan hazır,gitmek istediğim şehir,ülke?

Nere olursa. Ankara, Bodrum, Barselona ilk aklıma gelenler.

9-Ben bu şarkıyı duyunca şakırım:

Şakımam ben pek. Şakıtan şarkıları bilmem. Ama son günlerde Metric dinliyorum, bol bol eşlik ediyorum.

10-Solunda ne var?

Bilumum kumandalar, kulaklık, birkaç broşür, kalem, kağıt, yastık, peçete ahaha. Bu soruyu sevdim.

Bu mim benden cevaplamak isteyen herkeslere gitsin.

18 Şub 2011

Radiohead - Lotus Flower (bir apaçi doğuyor)




Sabah sabah nasıl bir şaşkınlık içerisinde izledim bu klibi anlatamam. Görür görmez Feridun Düzağaç' a benzettim sevgili Thom'u, ardından o apaçi dansını görünce uzun uzun baktım ekrana, baya da bi güldüm, ama her halukarda sevdim yine de. Zira Thom, sevilmeyecek adam değilsin.


2. video da gerçekten müthiş! Hemen yapmış insanoğlu koymuş youtube' a, kim yaptıysa eline sağlık bugün daha fazla yarılamazdım:) Bunu da muhakkak izleyin derim.


17 Şub 2011

müzik dinleyicileri ve kapıda ismi yazan şahsiyetler üzerine bir dellenme, ayrıca konserlerde gürültü oluyor bence, sence?

* Şimdi yalan yok, çoğu konser biletlerine hatırı sayılır miktarda paralar ödüyoruz. Biz, evet. Peki tam mekana girerken, tam da biletini görevli abiye uzatmana birkaç insan kadar yakınken, o önündeki insanlar abinin elindeki 5-10 sayfalık isim listesinde bulunması üzere isimlerini söylerken, kendilerine kafa göz dalmak istiyor musun, istemiyor musun? Dediğim gibi yalan yok, ben istiyorum. Hatta o kadar sinirleniyorum ki yaklaşık bi 5-10 dakika etrafa pis bir ağızla söyleniyorum. Çıkan sanatçıya "bunlar senin arkadaşların mı" bakışları yolluyorum. 


* İnsan bi delleniyor, sen ciddi rakamlar ödemişsin belli ki, ama adam mis gibi yazdırmış ismini, ohh ben bilmemkim diyip geçiyor yerine, gel de kıl olma! O bileti o abiye uzatırken ki o mazlum hal !! Ahh, kederli başım..


* Hele bazen öyle insanlar görüyoruz ki ismini yazdıran, seni beni 5'e katlar, kardeşim sende müzisyensin, utanmıyor musun sonra biletler satılmıyor diye söylenmeye. Ben olsam cidden biletimi alırım paşa paşa, sırf meslektaşıma ufak bir katkım olsun diye.


Velhasıl kelam;


* İtiraf etmem gerekirse, geçen sene o kepaze listelerin çoğunda benim de ismim vardı +1'imle hemde. Ama biz naptık canım kardeşim, gittik efendi efendi dinledik konserimizi. Jazz konserlerinde aman deklanşörün sesi insanları rahatsız etmesin diye bir yerlerimizi yırttık hatta. Aman bir sevimlilikler falan. Ay bunu telafi edelim, içerde içkiye yatıralım paramızı ayıp olmasıncılıklar. agucuk bugucuklar.


* Tamam, beleşçilerin hepsi değil ama olayla yakından alakalı olmayan bazı beleşçi arkadaşlar, içerde anormal bir gürültü yapıyorsunuz. Arkadaşım, sarmadı mı seni? Buyur çıkıver bi zahmet, zaten onca zaman beklediğimiz ya da türlü sıkıntılarla edindiğimiz biletler sayende tadı çıkarılamadan yok olup gidiyor. 


* Şimdi diyeceksin ki, -ki haklısın- bunlar isimlerini oraya nasıl yazdırıyor? Ya müzisyenlerin tanıdıkları oluyorlar, ya camianın elemanları, ya ismini yazdırıp gitmeyen arkadaşından yanmasın diye  devralanlar, ya da ordan burdan edinilen işte ne bileyim. 


* Bu sorun ufak bir sorun değil, hiç sanmıyorum, zira müzisyenler de çoğu zaman içerdeki uğultudan şikayetçiler. O zaman bence yapacakları en önemli şey, şu uzuuun upuzun sayfalarca isim yazan kağıtlara bi çare üretmeleri, zira bazen gerçekten seni oraya dinlemeye gelen adama ayıp oluyor.

14 Şub 2011

Saturno Contro (Bir Ömür Yetmez)

Saturno Contro, Ferzan Özpetek' in 2007 yapımı bir filmi. 2007' de Ankara sokaklarında dolaşırken birden aklıma gelmişti ve sinemaya koşmuştum, uygun bir saat yakalayamayınca geri dönmüştüm. Ne kadar hassas bir insanım ki daha yeni izleyebildim filmi:) Kaç gündür de bekletiyorum, sırf Pazar günü izleyelim diye, sanki Ferzan Özpetek filmleri havanın açık olduğu güzel bir Pazar gününe yakışıyor, filmden sonra şevkle mutfağa giresi geliyor insanın sevdiceğiyle beraber, bir kadeh şarap eşliğinde, hatta soundtrack' inde olan şarkılar eşliğinde. 


Film için yine "klasik bir Ferzan Özpetek filmi" diyebilirim, yine simalar tanıdık, hep yaşanan umut dolu bir hava bu filme de hakim, öyle içi boş, kof bir umut değil ama, gerçek olabilecek kadar 'gerçekçi' umutlar. Müzikler, yaşanan olayları bambaşka hissettirebilecek kadar iyi seçilmiş, mutfak olgusu çok hakim olmasa da yine var ve yine müthiş görünüyor. Hatta bakınız; 




Film, sağlam dostlukları olan bir grubun hikayesini anlatıyor aslında, aralarından birinin ani ölümü üzerine yaşananlar, ilişkiler, karakterler.. Derinlemesine karakter analizleri yok ama hareketlerinden hatta duruşlarından anlaşılıyor hissiyatları, belki bir parça da hayalgücümüzü devreye sokuyor yönetmen. 

Filmdeki bir sahne bana sinemanın farklı bir tarafını hatırlattı, müziklerin çekilen sahneyi nasıl da bir anda değiştirebileceğini. Lorenzo öldükten sonra, ailesinin, dostlarının ve sevgilisinin onunla vedalaşma sahnesi, müziğinde etkisiyle çok farklı bir boyutta gerçekleşiyor sanki, alıştığımız ya da alıştırıldığımız kendini yerlere atma, bağırıp çığlık atma gibi sahneler yok, bu da karakterlere daha da yoğunlaşmanızı sağlamış aslında. Ayrıca çalan şarkının melodisi ağır değil, biraz zorlarsanız kalkıp dans bile edebilirsin, belki sözleri acıklıdır bilemiyorum, ama izleyiciye müthiş bir acı çektirme gibi bir niyeti de yok filmin, bu hoşuma gitti benim. Konu dram diye belirtilmiş ama asla bizim algıladığımız şekilde uygulanmamış.

* Filmde Cahil Periler filminde izleyip hayran olduğum Stefano Accorsi ve Margherita Buy' da oynuyor, onları görmek yine gayet güzeldi, Özpetek' in de kemik bir kadrosu var galiba, Serra Yılmaz bu filmde de var mesela, izlediğim her filminde de vardı.

* Filmin sonunda Serge Gainsbourg' un, Jane Birkin' in ağlama seslerinin eşliğinde söylediği "je suis venu te direque je m'en vais" şarkısında sesini duymak gayet iyi geliyor. 
Işın Karaca'dan "Bitmemiş Tango" ve Nil Karaibrahimgil' den "Pırlanta" şarkıları da kullanılmış soundtrackinde, bunların haricinde kalkıp dans edebileceğiniz şahane şarkı da Gabriella Ferri' den "Remedios", film bitince la la la la la nedir acaba bu şarkı diye boşuna aramayın diye yazıyorum:) Alttaki fotoğraftan anlaşılacağı üzere Türkan Şoray' a da bir selam gönderilmiş. Film, Hrant Dink' e adanmış bu arada onu da belirtelim.

Son olarak, şunu da söyleyeyim, Serseri Mayınlar' dan biraz daha fazla zevk almıştım, ama bu filmde de bahsettiğim ögeler beni baya etkiledi, tekrar tekrar izleyebilirim öyle söyleyeyim.

11 Şub 2011

Birtakım mevzular

* Şu sıralar yeni takıntım burda yazdıklarımın çok çeşitli olması, yani bir konuda ya da bir dalda yoğunlaşmaması, yani müzik var edebiyat sinema tiyatro var bir de tespitler ve ordan burdan aklıma gelenler ya da yorum almak istediklerim var. Yani sanat blogu değil, kişisel bir blog da değil, e ne o zaman? Evet, adı ne öyle ne böyle, doğru, ama bir de sağ tarafta yer alan ankete bir tıklarsanız seviniciğim dostlar, ona göre bir yön verelim şu dağınıklığa.

* Bu aralar konsantre problemi yaşıyorum, okuduğum kitaba en fazla 15 sayfa katlanabiliyorum, evde 1 tur atıp tekrar başına dönüyorum, dizi izliyorsam çılgınlar gibi reklam girmesini bekliyorum falan, film desen bu ara stres oluyorum izlerken, bilgisayarla çok haşır neşir olmak mı bozan beni acaba? Çeşitli bitki suları, öküzgözü, kurbağa bacağı, maydanoz dibi, zıkkımın kökü vs. iyi geliyor diye tavsiyeler vermek isterseniz çekinmeyin.

* Bugün tetanoz aşısı oldum, çok acayip bir şey olduğunu unutmuşum, en son lise de olduk ne de olsa. Sağlık ocağına tamamen başka bir konu için gittim ama doktor kandırdı beni, daha 4 kere daha olacağımı duyunca aklımı yitiriyordum.

* Her şeye el atıp yarım bırakan bir insanım, ama bakmak isterseniz şurada flickr sayfam var, daha yeni sayılır.

* Bir de bir meramım olacak. Hani yemek bloglarına ya da makyaj bloglarına falan ara sıra tanıtmaları için malzeme gönderiliyor ya, yayınevleri ya plak şirketleri neden bize kitap/cd/dvd yollamıyor? ahaha ne güzel olurdu, sanata katkı bizimkisi ne de olsa:)

10 Şub 2011

Sunset Park - Paul Auster

İşte kaç gündür/haftadır hakkında yazmayı düşündüğüm ve nedense hep ertelediğim kitap. Aslında çıktığı zaman hemen aldım ama okumam zaman aldı, gezdi durdu benle baya, nihayet bitirdiğimde de yazmak için isteğim kalmamıştı.

Paul Auster'ı okumak, üzerinde durduğu her şeyi özümsemek herkesin harcı olan bir mevzu değil esasında, zira anlattığı çoğu hikayenin bir felsefesi var, öyle dümdüz okuyup geçmek baya baya sıkıntı verir insana, o yüzden şöyle bir geri çekilip düşünmek gerek üzerine. Ben bu süre içerisinde düşündüm desem yalan olur tabi, ara sıra aklıma geldi o ev sadece, öhm.

Kitap, Miles Heller'ın hikayesini anlatacakmış gibi başlasa da ilerleyen bölümlerde dahil olan karakterlerin derinliğinden sadece bir Miles Heller kitabı olmadığı anlaşılıyor. Miles'ın hikayesi üzücü, daha küçücükken ailesinin başına gelen korkunç kaza ve buna dair sadece Miles'ın bildiği bir sır var, bu sırla daha fazla yaşayamayıp ailesinden kaçışı, ardından hayatına yön vermesini sağlayacak olan Pilar'la tanışması ve Pilar'ın ablası yüzünden (belki de sayesinde)Florida'dan kaçarak, tekrar New York'a dönüşü anlatılıyor ilk bölümde. Esas hikaye de zaten New York'a dönüşünde başlıyor, Sunset Park sokağında, aslında belediye tarafından oturulması yasaklanmış olan bir evde, mezarlık karşısında terkedilmiş yıkık dökük bir harabede.

Sunset Park'ta birbirinden farklı 4 karakter yaşamaya başlıyorlar. Müzikle ilgilenen ve 'kırık eşyalar hastanesi' adlı dükkanda çalışan koca cüsseli, Miles'ın eski arkadaşı ve oraya yerleşmesinde yardımcı olan Bing, zamanının çoğunu üzerinde çalıştığı teze harcayan bunun yanında bir vakıfta çalışan sevimli (bana sevimli geldi:) Alice, kimliğini tam oturtamamış, zamanla kendini resime veren ve bu sayede özgürleşebilen Ellen ve fazla konuşmayan, içine kapanmış Miles. Kitabı güzel kılan da bana kalırsa dördünün kendi içinde verdiği mücadelenin Sunset Park' taki o harabede anlatılıyor olması, aslında o evin onların kendi içlerinde aşamadıkları o "şey"i atlatmalarına yardımcı olması belki de.

Paul Auster, karakter yaratmada çok başarılı, ne kadar yüzeysel karakterlermiş gibi gelse de okudukça öyle sıradan insanlar olmadığı anlaşılıyor bu kitapta da. Açık söylemek gerekirse, kitap yer yer sıkıcı gelebiliyor zira Auster çok sayıda filme, kişiye, romana göndermeler yapıyor, daha fazla zevk alabilmek için bunları bilmek çok daha anlamlı olurdu, öte yandan bizim toplumca belki de çok aşina olmadığımız beyzbol tarihi hakkında uzun uzadıya bir söyleve girişmesi de ayrıca bunaltıcı olmuş.

Her şeye rağmen sıkılsam da, Auster sıksın yeter ki diyorum. Bir parça hayal kırıklığı ile huzurunuzdan ayrılıyorum .)

5 Şub 2011

Bekleme Salonu


Bekleme Salonu genç bir ekibin kotardığı 1 saatlik bol sürprizli bir oyun. 2009'un Ekim ayından beri oynanıyor. Yerinize oturduğunuzda anlıyorsunuz güzel bir oyun izleyeceğinizi aslında, öyle bir his bırakıyor izleyicide, bittiğinde de oyunun verdiği mesajların etkisiyle bol bol düşünüyorsunuz "sınanmak" üzerine.

Oyunda, 3 ana karakter var, bir iş görüşmesinde "bekleme salonu"nda başlıyor diyalogları. 3'ünü de tanımaya başlıyorsunuz yavaş yavaş. Oyun ilerledikçe şaşkınlık yaratıyor bünyede, sonunda iyice dağıtıyor. Diyebilirsiniz, bir bekleme salonunda nasıl sürprizler olabilir diye elbet, bir kere ortada rekabet var, zira görüşmenin sonunda sadece 1 kişi işe alınacak ayrıca bekleme salonu'nun kapısı kilitli kalmış, içeriden nasıl çıkacaklar, çıkışı akıl eden kişi işe alınan kişi mi olacak? Yani oyunu özetlemem pek mümkün değil, bol şaşkınlık yaşamak istiyorsanız hakkında çok araştırma yapmadan gitmenizde fayda var.

Yiğit Sertdemir 24 yaşındayken yazmış bu oyunu. Şimdi tekrar yazsa muhtemelen daha iyi diyaloglar yazar, zira oyunun kurgusu şahane ancak diyaloglar biraz yavan kalıyor. Sonu evet sürprizli ancak çok daha şok etkisi yaratacak şekilde düzenlenebilirdi sanki, bu bakımdan çok tatmin etmedi bizi, ancak oyuncuların seçimi bence müthişti o bakımdan tatmin olmuş şekilde ayrıldığımızı söyleyebilirim.

** Daha birkaç gün önce izlediğimiz Marat-Sade 'de oynayan Cengiz Tangör'ü bu oyunda tamamen farklı bir karakterde görmek epey şaşırtıcı geldi, zira ben inanamadım o olduğuna, oyunculuk böyle bir şey olsa gerek işte.

** Özellikle tv'de "Az Sonra.." anonslarından tanıdığımız Ertuğrul Postoğlu' nun şahane Türkçe'sine dikkat! Gerçekten çok güzel bir ses tonu var ve baya da tanıdık:)

** Benim için gecenin yıldızı Zeynep Özyağcılar'dı, vücut dili, bakışları, konuşması gerçekten çok iyiydi.

Yazan: Yiğit Sertdemir
Yöneten: Tolga Yeter
Oyuncular: Zeynep Özyağcılar, Cengiz Tangör, Ertuğrul Postoğlu

"Unutmayın! Kurallar artık değişti."

3 Şub 2011

Arve - 123


123, Dilara Sakpınar, Berke Can Özcan, Feryin Kaya ve Burak Irmak'tan kurulu bir grup, aslında yeni değiller, hatta "Arve" onların 3. albümü. İsimler tanıdık zira Dilara hariç diğerleri zamanında çılgıncasına sevdiğim ve dağıldığında çok üzüldüğüm grup Dandadadan'da çalıyorlardı, ondan önce de Tamburada'da.
İlk albümleri "Aksel" 2009 Kasım'da çıktı, ardından 2010 Mayıs'ta "Stereo Love" adlı bir ep çıkardılar (ben burdaki kda şarkısıyla keşfetmiştim, klibi şahane) , Arve son çıkan albümleri, duyduk ki çok kısa bir zaman sonra hikayenin devam edeceği bir albümleri daha çıkacakmış. Tüm bu albümler bir hikaye üzerinden gidiyor, bu tarz konsept albümler cidden hoşuma gidiyor benim.

Albümler, ingilizce kaydediliyor. Vokal Dilara Sakpınar ve aynı zaman da davulu da çalan Berke Can Özcan. Hem kadın hem erkek vokal daha da hoş yapmış bence bu grubu.

Arve, benim için üst üste her daim dinlemek yerine, bir Pazar sabahı mahmurluğunda kahvaltı hazırlarken, güneşli bir havada yürüyüşe çıkarken, güzel bir kahve yudumlarken, ya da piknik yaparken dinlemek isteyebileceğim alternatif bir albüm. Gündelik yaşamımızda bazen, bazı yerlerde fon müziği çalsın isteriz ya, işte o fonu oluşturabilecek bir tadı var bu albümün. Bazı şarkılar masalsı geliyor kulağa, değişik yani 'farklı' çoğu müzisyenin yaptığından, aslında hem farklı hem güzel olabilmek zorken her ikisi de olabilmiş bir albüm bu. Üstüne üstlük bir hikaye de anlatıyor size, iyi dinlemek lazım yani.

Eklediğim video Arve albümünden "Grass". Klibi ben çok beğendim, her bir karesi üzerine uzun uzadıya konuşulabilecek fotoğraf kareleri gibi. Klip konusunda da epey titizler takip ettiğim kadarıyla.

* Grubun MySpace'sinden de grup ve şarkılar hakkında bilgi sahibi olabilirsiniz.


123 - Grass from yayinda toplar on Vimeo.