dizi - film etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
dizi - film etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

22 Nis 2012

Yeraltı

Zeki Demirkubuz' un Engin Günaydın' la film çektiğini hele de filmin tamamının Ankara' da geçtiğini duyunca acayip heyecanlanmış, filmin vizyona girişini dört gözle beklemiştim. Geçen Çarşamba iş çıkışı gittik, elimizde kahveler, koltuğun sırtını iyice arkaya ittirip ayaklarımızı uzatarak şahane bir rahatlıkla izledik, zira salonda bizle beraber 4 kişi vardı, mısır yiyip kafa ütüleyecek birileri yoktu ya o bile yeterdi aslında. Filmi izlemeden önce filmi sevmek için pek çok neden vardı kafamda;
1. Zeki Demirkubuz
2. Engin Günaydın
3. Ankara
4. Dostoyevski
5. Filmin ismi ve çağrıştırdıkları (Yeraltı Edebiyatı' nı pek severim)

Film bitince neler düşündüm,
1. Bir kere film ciddi anlamda rahatsız edici. Hafif bir gerilim, hafif bir paranoya yaratıyor insanda.
2. Ankara havası çok ciddi hissediliyor. ( Ben Ankaralı olduğum için mi bana öyle geliyor bilmiyorum ama Ankara' da çekilen her film, her dizi, her klip vs. kesinlikle farkettiriyor kendini)
3. Engin Günaydın' ı ilk kez aklıma Burhan Altıntop gelmeden izledim, müthiş başarılı filmde, çok sıkıcı bir o kadar ilginç bir adam Muharrem' i oynuyor, epey tuhaf bir karakter filmde.
4. Son zamanlarda Nuri Bilge Ceylan' a giydirme gibi bi mevzu mu var ben mi yanlış anlıyorum acaba? Yalan Dünya dizisinde devamlı dokundurmalar var mesela, bu filmde de de baya bi giydirmişler kendisine niye anlamadım, ne gerek vardı?
5. Filmle ilgili kafamda net olan tek şeyse, ertesi gün uyandığımda filmle ilgili hiçbir şey hatırlamadığımdı! Zira bende pek çok insan gibi sinemadan çıktığımda ne kadar uzun süre düşünüyorsam o filmi o derece etkilendiğimi anlıyorum, demek bu film beni beklediğim kadar etkilememiş. 
Ama her şeye rağmen o yemek sahnesi, patates ve uluma metaforu için bile alkışlanır , alkış!

14 Şub 2011

Saturno Contro (Bir Ömür Yetmez)

Saturno Contro, Ferzan Özpetek' in 2007 yapımı bir filmi. 2007' de Ankara sokaklarında dolaşırken birden aklıma gelmişti ve sinemaya koşmuştum, uygun bir saat yakalayamayınca geri dönmüştüm. Ne kadar hassas bir insanım ki daha yeni izleyebildim filmi:) Kaç gündür de bekletiyorum, sırf Pazar günü izleyelim diye, sanki Ferzan Özpetek filmleri havanın açık olduğu güzel bir Pazar gününe yakışıyor, filmden sonra şevkle mutfağa giresi geliyor insanın sevdiceğiyle beraber, bir kadeh şarap eşliğinde, hatta soundtrack' inde olan şarkılar eşliğinde. 


Film için yine "klasik bir Ferzan Özpetek filmi" diyebilirim, yine simalar tanıdık, hep yaşanan umut dolu bir hava bu filme de hakim, öyle içi boş, kof bir umut değil ama, gerçek olabilecek kadar 'gerçekçi' umutlar. Müzikler, yaşanan olayları bambaşka hissettirebilecek kadar iyi seçilmiş, mutfak olgusu çok hakim olmasa da yine var ve yine müthiş görünüyor. Hatta bakınız; 




Film, sağlam dostlukları olan bir grubun hikayesini anlatıyor aslında, aralarından birinin ani ölümü üzerine yaşananlar, ilişkiler, karakterler.. Derinlemesine karakter analizleri yok ama hareketlerinden hatta duruşlarından anlaşılıyor hissiyatları, belki bir parça da hayalgücümüzü devreye sokuyor yönetmen. 

Filmdeki bir sahne bana sinemanın farklı bir tarafını hatırlattı, müziklerin çekilen sahneyi nasıl da bir anda değiştirebileceğini. Lorenzo öldükten sonra, ailesinin, dostlarının ve sevgilisinin onunla vedalaşma sahnesi, müziğinde etkisiyle çok farklı bir boyutta gerçekleşiyor sanki, alıştığımız ya da alıştırıldığımız kendini yerlere atma, bağırıp çığlık atma gibi sahneler yok, bu da karakterlere daha da yoğunlaşmanızı sağlamış aslında. Ayrıca çalan şarkının melodisi ağır değil, biraz zorlarsanız kalkıp dans bile edebilirsin, belki sözleri acıklıdır bilemiyorum, ama izleyiciye müthiş bir acı çektirme gibi bir niyeti de yok filmin, bu hoşuma gitti benim. Konu dram diye belirtilmiş ama asla bizim algıladığımız şekilde uygulanmamış.

* Filmde Cahil Periler filminde izleyip hayran olduğum Stefano Accorsi ve Margherita Buy' da oynuyor, onları görmek yine gayet güzeldi, Özpetek' in de kemik bir kadrosu var galiba, Serra Yılmaz bu filmde de var mesela, izlediğim her filminde de vardı.

* Filmin sonunda Serge Gainsbourg' un, Jane Birkin' in ağlama seslerinin eşliğinde söylediği "je suis venu te direque je m'en vais" şarkısında sesini duymak gayet iyi geliyor. 
Işın Karaca'dan "Bitmemiş Tango" ve Nil Karaibrahimgil' den "Pırlanta" şarkıları da kullanılmış soundtrackinde, bunların haricinde kalkıp dans edebileceğiniz şahane şarkı da Gabriella Ferri' den "Remedios", film bitince la la la la la nedir acaba bu şarkı diye boşuna aramayın diye yazıyorum:) Alttaki fotoğraftan anlaşılacağı üzere Türkan Şoray' a da bir selam gönderilmiş. Film, Hrant Dink' e adanmış bu arada onu da belirtelim.

Son olarak, şunu da söyleyeyim, Serseri Mayınlar' dan biraz daha fazla zevk almıştım, ama bu filmde de bahsettiğim ögeler beni baya etkiledi, tekrar tekrar izleyebilirim öyle söyleyeyim.

27 Ara 2010

Black Swan


Düne kadar yani filmi izleyene kadar 'Black Swan' dendiğinde aklıma Tori Amos' tan başka bir şey gelmezdi diye gereksiz bir bilgi vererek başlayayım anlatmaya. Öncelikle, film 25 Şubat'ta Türkiye'de gösterime girecek ama o kadar sabırlı bir kimse olmadığım için büyük bir merakla kuruldum filmin başına. Sabredip sinemada izlemek isteyen de baya bir insan var, onlara da inanılmaz bir saygım var onu da belirteyim zira sinemada izlemekle malum sitelerden indirilmiş film izlemek apayrı, ki bilirsiniz.

Filmi izlediğimden beri hikayenin çok basit olduğunu ama nasıl bir ciddiyetle, gerim gerim gererek işlendiğini ve böylelikle müthiş bir filme dönüştüğünü düşünüyorum.
Aslında hikaye, senaryo inanılmaz basit, hani anlat desen şimdi bi tane kız var, balerin, adı nina falan diye olaya girilmez, girilmemesi de lazım esasında. Filmi sanırım bu kadar 'konuşulan' yapan Natalie Portman' ın çarpıcı oyunculuğu, Darren Aronofsky' nin her zamanki şahane yönetmenliği ve filmin nerdeyse her karesinin çok estetik görünmesi. Balerinleri ve baleyi görsel anlamda şahane bulmayan var mı acaba.

Balenin disiplin gerektirdiğini hep sağdan soldan duyarım ama filmde resmen iliklerinize kadar hissediyorsunuz, normalde balerin olmayan Natalie Portman, Nina Sayers olabilmek için uzun süreler çalışmış, ki Oscar'ı hakettiği fikrinde bende pek çok kişi hemfikirim.

Eğer psikolojik gerilimden hoşlanıyorsanız, film bittikten sonra arkanıza yaslanıp 'aslında o obje bilinçaltında şunu yansıtıyor, demek ki kadın o yüzden şöyle böyle yaptı' gibi film bitti konu kapandı diye düşünenlerden değilseniz, filmden hoşlanacağınızı garanti edebilirim. Bir ufak bilgi daha, film İmbd' de 8.8 puanda.

Şimdi gelelim SPOİLER 'lık kısma. Filmi izlemeyenlerin okumasını tavsiye etmiyorum bundan sonrasını. Çok zararlı bir bilgi yok ama yorum var.

Burda filmi anlatmak yerine filmde sevdiğim, etkilendiğim ögeleri yazacağım.

* Nina' nın annesinin Nina'da yarattığı kontrol, otorite müthiş etkileyiciydi. Black Swan'a dönüşürken aslında sanki önce kendi tabularını aştı daha sonra sanki daha zorlayıcı olan annesininkini.

* Nina' nın sesindeki ürkeklik beni çarptı resmen, daha iyisi olamazdı, ara sıra bende tırmaladım kendimi, bağır artık şuna birazcık bağır diye.

* Black Swan' ın sahneye çıktığı andan sonuna kadar soluksuz ve defalarca izledim, filmin en etkileyici sahnesi bana kalırsa oydu, ardından Leroy'a verdiği öpücükle nasıl bir dönüşüm geçirdiği zaten gayet belli oldu.)

* Sonunda ne olacağı zaten belliydi ama nasıl olacağını kestirememiştim, beklediğimden de iyiydi, nedense Nina' nın özgürlüğüne kavuştuğunu düşündüm ben hikaye gibi, huzura erdiğini.

14 Kas 2010

Saw 3d (mi?)


Öncelikle belirtmeliyim ki, 5 dakikadır ekrana bakıyorum ne yazsam "çok berbattı" haricinde diye. Fikrim ilk satırdan belli oldu sanırım, evet cidden çok kötüydü yahu.
Saw serisini en son 3. filminde tövbe ederek bırakmıştım. Bugün bayadır sinemaya gitmiyoruz diye filmleri yoklayınca, 3d olduğunu ve 'gerçekten' son olduğunu öğrenince aradan uzun zaman geçti belki ilk filmdeki orijinalliği yine yakalayabilmişlerdir umuduyla gidiverdik.

Bir kere cidden geriyor-ki bu sizin için önemliyse, hikayenin zayıf olması çok umursadığınız bir durum değilse evet gidebilirsiniz.

Eğer, 3d olsun da ne olursa olsun diyenlerdenseniz, gitmenizi önermem zira 3d namına cidden hiçbir şey yok! Üzerinize 1-2 kere et parçaları fırlıyor o kadar. Bu 3d mevzusu bizim gibi 3d manyakları için atılmış bir yem gibi duruyor.

Görüntüler diğer filmlerinde de böyle miydi bilmiyorum (1-2-3 hariç) ama bu filmi kesinlikle yarma, biçme, kesme, yontma, yakma, vs açısından bol malzemeliydi. Çok tıka basa yedikten sonra gitmenizi önermem. (yarısına bile gelmeden çıkanlar oldu, azimle dayandık)

Seyirciyi de salak yerine koyduğunu düşünüyorum zira gittikleri yol saçma sapan, sonu saçma sapan yani aman aman sürpriz bir son yok. Benim için tek sürpriz Linkin' Park' ın solisti Chester Bennington' ı kurban rolüyle ufak bir (benim için ufak, kurban için kocaman mı desem) rolde görmem oldu.

Budur yani. Başka da bir şey ifade etmiyor bana 3d diye yutturulan bu film.

13 Ağu 2010

500 Days Of Summer


Bu aralar filmleri biraz gecikerek izliyorum sanırım. Bazen böyle şeyler olabiliyor, o an için çok popüler bir kitabı okumuyorum ya da filmi izleyemiyorum, ortalık durulsun, sesler sussun, sonra sakin kafayla izleyip değerlendirmek daha hoş geliyor. Yani bir filmi ya ilk izleyenlerden olmalıyım ya da son. Her zaman değil tabi, bazen ..
Bu film de öyle oldu sanırım.

Konusuna baktığınız zaman ne kadar klişe diyebilirsiniz, benim size önerim konuya takılmadan filmi izlemeniz.. Klişe de olsa film nasıl o klişeden uzak çekilir görün derim. Ben baya beğendim filmi, oyuncuları, mekanları, müzikleri. Tamam hayatınızın filmi olmayacak ama benim gibi yapış yapış romantizmden uzak biriyseniz hoşlanacağınızı garantileyebilirim. Elimden daha fazlası gelmez .)

Konu kısaca bir aşk hikayesi, tek taraflı mı anlayamadığımız. Sinir olabileceğimiz nayır nolamaz diyebileceğimiz ya da ohh böylesi daha iyi diyebileceğimiz seçenekli bir son var, ne hissedeceğiniz size kalmış, klişe bir mutlu son yok yani, bir bakıma. Çok şaibeli yazıyorum evet. Ayrıca her romantik filmde olduğu gibi burada da karakterler bakmaya doyulamayacak cinsten. Zooey Deschanel ve Joseph Gordon Levitt başrollerde.

Tom 'un Summer'la ve Summer'sız geçen 500 gününden karışık olarak seçmeli gösteriyor yönetmen ve seyirci de ne olacak kız gerçekten aşık olacak mı diye bekliyor. Şirin bir film. 1-2 saat ayırmaya değer.

"boy meets girl. boy falls in love. girl doesn't"


2 Ağu 2010

Splice - Deney


Şu ara vizyonda olan Splice, başlangıçta merak uyandıran, sonlara doğru saçmalayan, bitişiyle iyice zıvanadan çıkmış bir film. Çok üzgünüm ki, müthiş adam Adrien Brody bile filmi kurtaramamış zira bir yerden sonra ondan bile tiksinebiliyorsunuz.

Konu,

Elsa ve Clive isimli iki bilim insanı, gayet korkunç bir şekilde insan ve hayvan dna'larını birleştirerek yeni bir organizma yaratıyorlar. Ortaya ilk başta yarı tavuğa benzeyen gitgide genç kız görünümünü alan bir yaratık çıkıyor. Her yaratık gibi Dren adı verilen bu yaratığımız da gayet tehlikeli bir türe dönüşüyor. Biz de paşa paşa kendisinin hızlı gelişimini izliyoruz.

Buraya kadar -ehh işte- diyip merakla "neler olacak tanrım" kıvamında izliyorsunuz. Bundan sonrası gayet tiksindirici.

Spoiler

Yaratıkla sevişmek nedir yahu? Hayır yani çok mu çekiciydi de kendine hakim olamadın, biraz insaf..
Dren gömüldükten sonra gayet gelişmiş bir erkek yaratığın ortaya çıkışı biraz anlamsız değil mi?
Erkek yaratığın Elsa'ya tecavüz etmesi filmin iyice zıvanadan çıkışının nirvanası değildir de nedir?
Elsa'nın herkesin ölümüne sebebiyet verdikten sonra gayet soğukkanlı şekilde davranmaları falan neydi? offf..

Spoiler


8 Tem 2010

Gölgesizler


Bu filmi anlatmak aslında çok zor .Hasan Ali Toptaş'ın yazdığı kitaptan uyarlama. Ben henüz okumadım, Ankara'ya giderken yolculuk esnasında filmi izledim, belki çok derinlemesine izleyemedim, belki bazı noktaları atladım, bilemiyorum şu an. Filmi en yakın zamanda edineceğim ama o kadar sabırsızım ki filmi yazmak konusunda geç bile kaldım, zira biliyorum yazdıklarımı okuyan çok iyi film yorumcuları var aramızda, hele ki onların izlemesini çok istiyorum, o yüzden tavsiye etmek amaçlı da olsa bir kaç satır yazmak istiyorum.

Film, bir berberin işini gücünü bırakıp bir köye yerleşmesiyle başlıyor. Bu köy bildiklerimizden biraz farklı. Ürkütücü bir havası var bir kere. Köyde yaşayanlar, neşeyle kahkaha atarken az sonra birinin boğazını kesecekmiş gibi halleri olan insanlar. Tuhaf yani her şey. Puslu.



Olaylar, köyün en güzel kızı varsayılan Güvercin'in kaçmasıyla ya da kaçırılmasıyla başlıyor. Köyün muhtarı ve bekçisi başta olmak üzere herkes teyakkuzda. Muhtar filmin en ilgi çeken karakterlerinden, Selçuk Yöntem her rolün üstesinden gelebildiğini bu film de de göstermiş.Köyün bekçisi rolünde Hakan Karahan var, kendisi upuzun güzel saçlarını bu film için feda etmiş. Berber rolünde ise Taner Birsel var, filmin sonunda tüm sırları o açıklayacakmış gibi bir güven var kendisinde. Ayrıca Birsel bu filmdeki berber rolüyle Monaco Charity Film Festivali'nden "en iyi erkek oyuncu" ödülü almış.

Güvercin gittikten sonra olaylar durmak bilmiyor. Muhtar işkillendiği bir genci sorguya çekiyor, adamı delirtiyor. Bu sahneler çok etkileyici. Daha fazla detaya inmeden filmi anlatamayacağım sanırım, bir noktadan sonra ağzınız açık izlemeye başlayacaksınız benden söylemesi. en film başladıktan itibaren kapatıp kapatmamak arasında devamlı bir ikilemle izledim, bu da tuhaf bir duygu ama bir noktadan sonra filme aşık oldum -ki bu daha da enteresan oldu.

Oyuncular: Selçuk Yöntem, Hakan Karahan, Taner Birsel, Ertan Saban, Arsen Gürzap, Altan Erkekli, Ahmet Mümtaz Taylan, Ahmet Özaslan, Aydemir Akbaş, Taıes Farzan, Onuryay Evrentan, Beyti Engin, Zeynep Kumral, Erdem Akakçe, Biğkem Karavus, Serkan Şenalp, Cem Özeren, Fuat Onan, Umut Karadağ, Selda Özer, Özey Fecht, Yiğit Kuşbeygi

Müzikler: Candan Erçetin ("Ben Kimim" şarkısı müthiştir ben çok severim ve filme de gerçekten cuk oturmuş.)

** Burada filmin sitesi var, isterseniz fragmanını izleyebilir, filmle ve oyuncularla ilgili notlara ulaşabilirsiniz. Ayrıca filmin senaristi ve yönetmeni Ümit Ünal filmi müthiş anlatmış, onu da bi okumanızı tavsiye ederim.

21 Haz 2010

11'e 10 Kala



Bazı filmler vardır içeriği hayli kalabalıktır, oyuncu kadrosu epey geniştir, en iyi kameralarla çekilmiştir, en büyüleyici mekanlar seçilmiştir. Ama izledikten 1 bilemedin 2 saat sonra kendini büyük bir hızla unutturur. Sadece hoş 1-2 saat geçirmenizi sağlar, ama hayatına kalıcı bir iz bırakmaz, bir anafikri bile yoktur.. Şimdi bahsedeceğim film, tüm bu etkenlerin fersah fersah uzağında kalmış, bol bol ödül almış bir film.

11'e 10 kala belki kendi apartmanınızda belki yan dairenizde yaşanmış ya da her an yaşanabilecek bir hikayeyi sunuyor önümüze. Karakterlerden en önemlisi Mithat Bey'i her yerde bulmak zor belki ama diyaloglar, mekanlar, davranış biçimleri çok içimizden. Kendi kocaman dünyasında yıllardır biriktirdikleriyle yaşıyor Mithat Bey bir apartman dairesinde. Komşuları evini belediyeye şikayet edecek kadar bilgisiz ve tahammülsüz. Mithat Bey 83 yaşında ve herşeyiyle eski İstanbul Beyefendilerinden. Aldığı her şeyi 2'şer tane alıyor, biri o an tüketmek üzere diğeri saklamak üzere. Hatta bu uğurda karısından vazgeçebilmiş bir tutkuya sahip.





"Her şey ne kadar da doğal" diye düşünebilirsiniz izlerken, zira çoğu gerçek hayatın ta kendisi. Filmde tutkulu bir koleksiyoner olarak hayran olduğumuz Mithat Bey, gerçekten de o evde gördüğümüz çoğu parçaya sahipmiş bir zamanlar. Sonradan bir kütüphaneye bağışlamış. Tam ismi Mithat Esmer. Yönetmenimiz Pelin Esmer'in amcası. Filmde kendisi hakkında anlattığı her şey gerçek. Aslında daha izlemeye başlar başlamaz anlıyorsunuz ortada büyük bir kurgu olmadığını.

Nejat İşler ise filmin diğer başrol oyuncusu ve bence olmazsa olmazı. Kendisi de oyunculuğun yanı sıra filmde gördüğümüz sahaf Sinan Bey'in ortağı. (burada Barış'ın bilgileri devreye girmekte) İşler, filmde Mithat Bey'in oturduğu binanın kapıcısı Ali rolünü üstlenmiş. İzledikçe Mithat Bey'in ona neler kattığını, hayatını bir nebze de olsa nasıl değiştirdiğini göreceksiniz. Bazen de sinir olarak..

Filmi kendimize yakın bulmamızın bir sebebi de Barış'ın mesleği sebebiyle aslında bu konulara çok uzak olmamamız:) Barış, arka kapağında kitapları görünce hiç düşünmeden almış bu filmi:) Sonuna yaklaşırken "eyvah şimdi bir şey olacak" korkusuyla izledim filmi, ama bitince derin bir de oh çektim zira dediğim gibi, piyasadaki filmlere benzemiyor, belki yönetmeninin belgesel yönetmeni olmasındandır, ben gerçekten çok beğenerek izledim. Hakkında düşündükçe pek çok ana fikir çıkartıyorum kendime, belki de biraz "öylesine" değil "derinlemesine" düşünmek lazım..

** Sitesi var, burada.

2 Haz 2010

The Sons Of Lee Marvin (Lee Marvin'in Oğulları)


Jim Jarmusch bu enteresan grubu kurarken aklından ne geçti bilemiyorum zira öyle ortaya saçılmış büyük bildiriler de yok etrafta. Üye listesi, toplantılarda tam olarak ne yapıldığı gibi bilgiler de paylaşılmıyor, dolayısıyla yarı-gizli bir örgüt bu. Örgüt dediysem, yaptıkları eylem toplanıp film izlemekten ibaret. Gruba üye olmanın tek koşulu ise Lee Marvin'e görünüş itibariyle benzer olmak (bu faktörden ötürü de, grupta hiç kadın yok) ve tarz olarak çoğunluktan uzak bir yaşam tarzı sürdürmek.. Lee Marvin'i çok tanımıyorum ama görünüş itibariye çirkin bir o kadar da karizmatik olduğunu söyleyebilirim.

Grupta şimdilik başı, Jim Jarmusch' un çektiğini biliyoruz, diğer oğullardan birkaçı "Down By Law" ı da beraber çektikleri John Lurie, Tom Waits. Onun haricinde Nick Cave, Richard Bose, Iggy Pop, Neil Young, Josh Brolin adları geçer.

1992'de Jarmusch'un yaptığı bir röportajda anlattığına göre, Tom Waits bir barda otururken, garson yanına gelir ve bir adamın onunla konuşmak istediğini söyler, Tom Waits sinirlenir, onu tanımadığını konuşmak istemediğini söyler, ardından adam gelir -nedir bu grup saçmalığı? diye sorar, Tom'da bundan bahsedemeyeceğini söyler, bunun karşılığında da adam bu gruptan hoşlanmadığını ve kendisinin gerçekten de Lee Marvin'in oğlu olduğunu söyler.. Tom Waits ne kadar afalladı acaba ne dedi, oraları anlatılmamış..

Şahsen Jarmusch'un Lee Marvin' e çok benzediğini düşünüyorum, ağız burun bakış hemen hemen aynı gibi ayrı ayrı bakılırsa. Nick Cave ve Neil Young'ta andırmıyor değil. Josh Brolin ehhh kıvamında sanki ama Iggy Pop'un neresi benziyor emin değilim açıkçası:)

Belki de küçüklüğümden itibaren böyle anormal gruplar kurma heveslisi olduğumdan acayip geldi bana bu grup, sevdim. Türkiye'den bu tarz bir grup çıkar mı diye düşündüm bulamadım, zira herkes kendini biraz hint kumaşı zannettiği için zor. Çıksa bile sanki bir yerden sonra "hayır ben ona değil, o bana benziyor" lafları dönebilirdi.

Grupla ilgili daha fazla bilgisi olan varsa paylaşmakta bir sakınca görmesin zira ilgimi baya bir çekmekte. Jarmusch'un önünde bu sayede, bir kez daha eğiliyorum efendim. Saygılar..

Down By Law - Jim Jarmusch


Bir Jim Jarmusch aşığı olarak bu filmi sona bıraktığım için utanıyorum itiraf edeyim. Bu arada filmi anlatmaya başlamadan artık az-çok spoiler vereceğimin de altını çizmek isterim zira öteki türlü film tanıtımı yapmak anlamsız gelmeye başladı.

Bu filmle ilgili aslında yazılabilecek çok şey var, belki de hiçbir şey yok. Ortası da yok aslında, nasıl izlediğinize bağlı. Eğer konu sizin için "abi işte 3 adam var hapishaneye giriyorlar sonra kaçıyorlar, bi halt olduğu da yok" tadında ise boşverin gitsin, zira Jarmusch filmleri sizin için bir şey ifade edemez bu saatten sonra. Ben derinine inmeyi tercih edenlerdenim sanırım.

Film 1986'da yönetilmiş, siyah beyaz ve başrolü 3 kişi paylaşmakta; Tom Waits, John Lurie ve çok sevdiğim bir isim daha Roberto Benigni. Filmin yıldızı pek çok kişiye göre Benigni, ben de katılıyorum kesinlikle. Ayrıca bu 3 isim, Jarmusch'un kurucusu olduğu söylenen mistik ve gizli bir örgütün "The Sons Of Lee Marvin" in de üyesi. (bu konuyu da ayrıca yazacağım)

Konuya gelince, bir radyoda dj'lik yaptığını öğrendiğimiz Zack (Tom Waits), sevgilisiyle tartışır -aslında tam tartışma denmez-, sevgilisi tarafından dışarı atılır ve sadece ayakkabılarını alarak sokağa düşer . Bu arada Jack'te (John Lurie) enteresan(!) bir pezevengi canlandırmakta. Her ikisi de bir oyuna getirilerek hapishaneye düşerler. İkisi arasındaki diyalog, soğukluk, sinir harbi güzelmiş derken aralarına bir de İtalyan, hayat canlısı, İngilizcesi şöyle böyle Bob (Roberto Benigni) katılır. Tam bir şölen havası başlar.

Devamında da filmde zeki sandıklarımız aptal, aptal sandığımız zeki çıkar bir nevi. Ceket değiştirip farklı yönlere gitme hikayesi de Jarmusch'a yakışır cinsten bir son sanırım. Bu arada Bob'un İngilizce notlar aldığı o meşhur not defterini edinmeyi ne çok istedim izlerken! Benigni'nin tavşan pişirme sahnesinde ki konuşmaları da tamamen doğaçlamaymış, bunu da öğrenmiş olduk.

Ve çoğu filminde olduğu gibi bu filmini de güzel müziklerle desteklemiş Jarmusch. Açılışı "Jockey Full Of Bourbon" la müthiş ses ve gırtlağa sahip adamımız Tom Waits yapar. Ardından da "Tango Till They're Sore" gelir. Filmin müziklerini ise diğer oyuncumuz John Lurie yapmış. Aslında film, bu yönüyle bile Jim Jarmusch'un arkadaşlarıyla beraber kotardığı bir iş gibi duruyor. Bu arada ufak bir bilgi daha, filmin sonlarına doğru sahneye çıkan Nicoletta Braschi de Roberto Benigni'nin gerçekten de karısı. Bu bilgiyi de edindiğinize göre, filmin sonundaki aşk dansını çok daha hissederek izleyebilirsiniz bence.

Son olarak size " i screamaaa, you screamaa, we all screamaaa, for ice creamaaa !! " demek isterim.

22 Nis 2010

a serious man


Bilgisayarımda öylece durup dururmuş bu film (muğlalıca) , can sıkıntısı ile bi o tarafa bi bu tarafa dönerken farkedilmiş, izlemeye başlanmıştır, pekbi etkilenilmiş, bol bol gülümsenmiş, elbet paylaşılmak istenilmiştir.

Coen kardeşler -yine- iyi bir iş başarmışlar , filmin içinde ya da sonunda güzel cevaplar bulamayabilirsiniz, ya da soru işaretleri ile -zınk- diye kalabilirsiniz, zira bulmanız için kendi kendinize biraz düşünmeniz gerekir. Eğer düşünmezseniz film gayet sıradan gelebilir, boş boş izlemezseniz bir şeyler katabilir size. Ben sevdim, daha da dallandırıp budaklandıramam belki de sırf bu yüzden. Bir defa daha izlicem, muhtemelen siz de.

* Böyle de saçma bi yazı oldu şimdi bu. ?

16 Nis 2010

Jim Jarmusch


Bağımsız filmleriyle nam salan ABD’li karizmatik bir yönetmendir kendisi. Neden karizmatik? Ağır duruşu, tipi, tarzı, ayrıca filmlerinin hayranlık uyandırması bir yana, seçtiği oyuncular da hiç sıradan değil, seyircinin ulaşılmaz sandığı kişileri derin bir felsefesi olan filmlerle yeniden sunmasından belki de. Ayrıca tarz olarak kendisini pek beğenirim, uzun uzadıya Serge' mi yoksa Jim' mi diye düşünmüşlüğüm vardır. Serge Gainsbourg'sa apayrı bir konu tabi, onu tek bi satıra sığdırmam mümkün değil.

Bazı filmler vardır, olağan bir yavaşlıkta ilerler, ama Hollywood’un geleneksel yöntemini benimsemiş seyirci ha gayret diye yerinde ıkınır, sonunda sıkılır.. Hatta ülkemizde bu seyirci topluluğu öyle bir söylem geliştirmiştir ki şaşar kalırsınız, yavaş ilerleyen filmler onlara göre “nuri bilge filmleri gibi” diye adlandırılır. Jarmusch filmleri de bu seyirciye göre değildir, derin bir felsefesi vardır, anlayanınadır..

Dolayısıyla Jim Jarmusch filmlerinden öyle büyük atraksiyonlar beklemek büyük bir hata olur, film bittiğinde illa ki kahve makinenizi çalıştırır, bi kenara birkaç not düşmek ister, derin düşüncelere dalarsınız, tabi hepsi müzik eşliğinde olur.

Kendisi önce müzikle yakınlaşmış, yazdığı şiirleri bestelermiş, grup kurmuş ama sonra sinemaya yönelmiş, iyi bir tercih yapmış, zira çektiği filmlerde müzik olmazsa olmazı gibi duruyor..

New York University ‘de sinema okurken, bi anda okulu bırakma kararı alıyor ve nedenini de “Bana öğrettikleri şeylerin bir çoğunu bilmemeliydim” diye ifade ediyor, zira bu cümlesinden de anlaşılıyor farklı bir yönetmen olduğu. Hatta sırf bu cümlesinden ötürü bile tapınabilirim kendisine. Bu okuldan aldığı ilk bursunun tamamını da ilk filmi “Permanent Vacation” için harcamış, ardından “Stranger Than Paradise” gelmiş ve bu filmle de kendisi bir çok ödülün yanı sıra Cannes’ da “altın kamera” ödülünü almış..

Bana göre kendisinin en önemli filmi, önce uzun aralıklarla kısa filmler şeklinde çektiği sonra “Coffee and Cigarettes” adıyla toparladığı, adından da anlaşılacağı üzere başrollerini ünlü müzisyenler ve oyuncuların yanı sıra kahve ve sigaranın aldığı müthiş projesidir.. Ki ayrı bir yazı konusudur.. Defalarca adını burda geçirdiğim, orda burda hakkında ahkam kesip durduğum bir başyapıttır bana göre.

İlk kez izleyecek olanlara tavsiyem, "Coffee and Cigarettes" ve "Broken Flowers" olabilir. Broken Flowers'ta muazzam aktör Bill Murray döktürmüştür, Coffee and Cigarettes'te de görmek mümkündür kendisini, ayrıca şurada filmi daha uzun uzadıya anlattım, ilgilenenler bakabilir.

28 Mar 2010

Serseri Mayınlar ( Mine Vaganti )


Ferzan Özpetek filmlerinin en sevdiğim yanı, filmi çok kuvvetli bi müzikle tamamlaması. Aynen bu filmde de beklentilerim müzik konusunda baya bi karşılandı. Filmin de konusunu az çok biliyordum izlemeden önce. İzledikten sonra da ilk düşüncem "ferzan özpetek yine bu filmde de ferzan özpetek'liğini sonuna kadar göstermiş" oldu. Bol bol şarap, tatlı, yemek, hayallere daldıracak görüntüler, yerinizde duramayacağınız müzikler, güzel kadınlar, erkekler, gay olduğuna inanmak istemeyeceğiniz gay'ler:), güzel yaşlılar ...

Konu, "eşcinsel bir adamın eşcinselliğini ailesine kabul ettirebilmek için hatta önce itiraf etmek için yaşadıklarıdır" diye açıklarsam bence çok düz bi insan olduğumu kanıtlamış olurum:D o yüzden konu kısmına pek girmeyeyim, zira böyle anlatılmaya çalışınca konu sığ geliyor kulağa, ama filmin arka fonundaki derinliği anlayabilmek için gitmenizi tavsiye edebilirim..

Bi de bu filmin acilen soundtrack albümünün çıkmasını istiyorum. Sözlerinden anlamadığım nefis İtalyanca şarkıların yanında, sonlara doğru bi sezen aksu şarkısı duymakta niyeyse fena halde duygulandırıyor. Meraklısı için, filmin ana soundtrack şarkısı Nina Zilli - 50Mila.

16 Mar 2010

The Boat That Rocked


Fazla bir şey yazmaya gerek yok, 60'lar müziğine, hayat felsefesine, tabiki rock'n roll'a ilgi duyuyorsanız ve biraz da eğleneyim diyorsanız muhakkak izleyin izleyin izleyin.. Ben yine gecikmeli izledim ama olsun:)

İllgeal bir gemi var, içinde birbirinden süper eğlenceli 8 dj var, hepsi rock'n roll yayını yapıyor, ara sıra gemiye misafirleri geliyor, hükümet radyoyu kapatmaya uğraşıyor, yani süper bi konu çok da güzel çekilmiş. Tanıdık simalar da var. Philip Seymour Hoffman, Notting Hill'in pek sevdiğim Spike'ı Rhys Ifans, Bill Nighy, Emma Thompson ...

Ah o gemide ben de olsaydım esprisini bol bol yapıyorsunuz, utanmayın kendinizden..

Rock'n'roll beybii !!

16 Şub 2010

Julie & Julia


Julia Child ve Julie Powell ' in filmi bu.. Bittikten sonra yüzünüzde gülümseme bıraktıracak ve huzur verecek, eminim bundan. Ben izlemekte biraz geciktim sanırım.

Öncelikle, Merly Streep nasıl bir oyuncusun sen? Önce bi "The Devil Wears Prada" izlenmeli, ardından da bu film, inanamayacaksınız, hani tamam kadın şahane bi oyuncu ama üstüste bu iki farklı karakteri izleyince insan "neler oluyor kuzum hayatta" diyebiliyor. Ayrıca bu filmde çok müthiş bi şekilde kocasını canlandıran Stanley Tucci, "Şeytan Marka Giyer" de de oynuyordu.

Filmin içinde yemek, blog, ilişkiler (hollywood'un olmazsa olmazı), iş hayatı, arkadaşlıklar, evler kısacası benim şu sıra ilgi duyduğum çoğu şey vardı, belki de o yüzden çok sevdim. Tabi, gerçek hayattan kurgulanmış olması daha da güzel, oyunculuklar iyi, e daha ne? Muhtemelen, bugünden itibaren birkaç kez daha izlerim, zira sevdiğim filmlerin cılkını çıkarmakta üstüme yoktur.

Konu: Julia Child eşinin görevi nedeniyle devamlı ülke değiştirmek durumunda kalan upuzun boylu, farklı konuşma tarzı olan bir kadın, hiç boş bi kadın olmadığı için çeşitli uğraşlarla oyalamaya çalışırken, yemek kursuna kaydoluyor ve içindeki cevher dışarı adeta fırlayıveriyor:). Julie Powell ise, Julia Child'ın büyük bir hayranı, onun seneler önce binbir güçlükle çıkardığı kitabın tariflerini kendine 1 sene tanıyarak deniyor ve blogunda paylaşıyor. Film bi Julia'nın yaşamını, bi Julie'nin yaşamını gösteriyor. Kabaca konu bu.

Eleştiri: Filmde, Julie 'nin Julia Child'ı adeta bi yakını, dostu vs. gibi özümsemesi benim hoşuma gitti, ama gerçek hayatta Julia'nın neden hoşuna gitmedi onu bilemedim, filmde de anlatılmadı, sonu havada kaldı, Julia'nın son dönemlerine dair herhangi bi bilgi verilmedi, filmin sonunda sadece ne zaman öldüğü yazıldı o kadar.

** Bu arada ıstakoz pişirme sahnesinde "Psycho Killer" çalması süper bi ayrıntıydı:)

15 Şub 2010

Everybody's Fine


Valla hiçte keyifle izlemedik baştan söyliyim. Tamam gayet güzel bir film falan ama, Barış'la bitap düştük üzülmekten, çaktırmadan ağlayanlar mı dersin, iç çekenler mi..
Malum 14 Şubat'tı dün, hatta bi de üstüne Pazar'dı. Pazar günleri bizde baya bi koşturmalı geçerdi önceden, ama kış gelince eve kapandık, üşendik dışarı çıkmaya, ama dün hava o kadar iyiydi ki Şubat ayına göre, attık kendimizi dışarı. Neyse, günün sonunda çok sert olmayan, şöyle aman agucuk bugucuk bi film izleyelim de keyfimizi taçlandıralım dedik, ama mümkün olmadı.

Film, 1990 yapımı "Stanno Tutti Bene" adlı bir filmin Hollywood uyarlaması.

Başrolünde Robert De Niro var, kendisi Frank rolünde, eşini 8 ay önce kaybetmiş, çocukları başka başka yerlere dağılmış, tek derdi eskiden olduğu gibi yine çocuklarını birkaç günlüğüne de olsa bir araya getirebilmek, aynı masada toplamak. Bunun için hazırlık yaparken bir gün, çocukların her biri arayıp gelemeyeceğini söyler ve Frank'ta bavulunu toplar ve süpriz yapmak için yollara düşer..
Frank, biraz sert bi baba olmuş, yani sertten kasıt, çocuklarını daha iyi eğitip, iyi yerlere gelebilmeleri için idealist yetiştirmeye çalışmış, ama onların duygularını, isteklerini görmezden gelerek. Film, her bir çocuğuna yaptığı kısa yolculuğu anlatıyor, tabi bu kadar dümdüz değil konu, bir takım olaylar oluyor ve anafikir ve son yine hüzünlü de olsa -klasik-, mutlu.. Dersini almış bir baba, bi anda rahatlayan yetişkin çocukları..

Oyuncu kadrosu aslında bi hayli tanıdık.. Robert De Niro dışında, Drew Barrymore, Kate Beckinsale, Sam Rockwell oynuyor. Fazlaca bir şey beklemeden, hüzünlü, sıcak bir Hollywood filmi izlemek isteyenlere tavsiye edebilirim..

** Bu arada Paul Mccartney bu film için bir şarkı yapmış, filmin sonunda duymak mümkün. "I Want To Come Home" ..

6 Şub 2010

Coffee and Cigarettes


İş
te benim filmim! Bu filmin bi felsefesi var ve bu bana çok uyuyor.. Jim Jarmusch efendi döktürmüş tam anlamıyla zamanında.. Sigara kullanmıyorum ama ne zaman izlesem mutlaka kahve yapıyorum, dayanamıyorum zira..

11 kısa filmden oluşmakta, içinde kimler yok ki.. Roberto Benigni, Cate Blanchett, Iggy Pop, Bill Murray, Alfred Molina, Tom Waits, Steve Coogan, Meg White-Jack White kardeşler (The White Stripes'tan) gibi.. Aslında belirli bi konu yok, çeşitli cafelerde geçiyor, önemli olan burdaki muhabbet oluyor, tabi bi de kahve ve sigara.

Ben en çok "Cousins" filminde Cate Blanchett'in oyunculuğuna çok şaşırmıştım, zira iki karakteri de kendisi oynamış ama farketmek baya bi güç. Iggy Pop çok sevimli, "Delirium" bölümünde Bill Murray harika, "Cousins?" bölümü çok manidar falan falan, tüm bölümleri ayırt etmeksizin seviyorum aslında..
** Çok fazla anlatıp izleyecek olanlar için büyüyü kaçırmak istemem ama tüm bölümler siyah beyaz damalı bir masada geçiyor ben ilk başta dikkat edememişim, söyliyim dedim..


strange to meet you: roberto benigni- steven wright
twins: cinque lee - joie lee
somewhere in california: tom waits - iggy pop
renee: renee french - e.j. rodriguez
those things'll kill ya: joe rigano - vinny vella
no problem: isaach de bankole - alex descas
jack shows meg his tesla coil: jack white- meg white
cousins: cate blanchett
delirium: rza - gza - bill murray
cousins?: alfred molina - steve coogan
champagne: taylor mead - bill rice

1 Şub 2010

Powder Blue


Pazar günümüz şenlensin diye açtık filmi, izledik dün. Etkilendiğimi söyleyemem, hem de hiç.. Zira bu tip filmler çok yapılınca tıkanıyor bi yerde, bölük pörçük bölümler anlatılıp, parçalar birleşiyor ya artık bi "Amores Perros" olsun, bi "21 Grams" olsun, aklıma gelmedi başka, bu filmler tamam ziyadesiyle güzeldi diyebilirim ama artık sıkıldım ben, bu film de tuzu biberi oldu sıkıntımın. Sanki gel abi Jessica Biel'ı striptizci yapalım, bi de masum suratlı bi çocuk koyalım, ee zaten tutar bu film gibi bi mantıkla yapılmış gibiydi. Belki filmin tek süprizi "Patrick Swayze" idi. Bu film, kendisinin son filmidir malesef..

Konu, çocuğu bitkisel hayatta olan bir striptizci, karısı öldüğü için kendini öldürmek isteyen ama cesaret edemeyen bir rahip, hapisten yeni çıkan ve kızını arayan bir baba, ölü makyajı yapan masum bir çocuk.. Hepsinin hikayeleri anlatılıp bi yerde kesiştiriliyor. Dramatik bi film, beni etkilemedi ama beğenenlerde var.

Müzikleri güzel, onu söyleyebilirim. Cat Power- Werewolf , Urban Species- Blanket, Bliss- Breathe kullanılmış mesela..

22 Oca 2010

Lost - The Final Season


Az kaldı biliyorum, o yüzden de kendimi tutamıyorum hep Lost hakkında yazasım var! Henüz bilmeyenler için söylemek isterim ki, bu posterdeki hiyeroglifler çözülmüş ve anlamı "rehber kim" "lider kim" imiş..
Sorular, sorular..

* Clarie ortaya nasıl çıkacak? Liderlikle bozmuş olan John Locke -ya da o her kimse- başımıza daha neler açacak? Kate-Jack-Sawyer üçgeni nolcak? Benjamin'i biri sonunda sevecek mi? Richard hala çıtır mı, yaşlanacak mı artık? "Aym a torçırır Sayid" ilk bölümlerdeki aktifliğini geri kazanacak mı? Şirinemiz Hurley'i birisi mıncıklayacak mı yoksa kalkıp ben mi gitmeliyim oralara?

Valla onu bunu bilmem kaç senedir ömrümüzü yedi bu dizi bizim, adam gibi şoke olacağımız bol süprizli bi finali hakediyoruz hocam!

O değil de bi de Juliet' e yazık oldu be..

15 Oca 2010

Cate Blanchett


Müthiş güzel bir kadın ve çokta iyi oyuncu beh.. En çokta "Coffee and Cigarettes" teki halini izlemeye doyamam, hala ara sıra açıp izlerim, bıkmam.. Sonra, "I m Not There" var, nasıl bir oyuncusun sen be kadın diyebileceğimiz "Elizabeth" var.. Yani var da var.. "Benjamin Button" var, neyse saymayı bırakıyorum.



Oturup kendisiyle bi kahve içerek, melankolik bir sohbet yapasım geliyor bazen. Masanın bir başında Tori Amos, bir başında Cate Blanchett, bir başında da Charlotte Gainsbourg, e bi başında da ben olayım bari, var yaa off ne aforizmalar çıkar o masadan, tabi ben bayılıp düşeceğim için pek katılamayabilirim sohbete.
Hayaller bir yana, her rolün altından kalkabiliyor bu kadın, en kötü bi filmi bile izlettirir..
Coffee And Cigarettes filminde 2 karakteri oynadı ve ben bunu ilk izleyişimde anlayamadım. Shelly karakterinin de büyük bir fanıyım burdan da ileteyim. En üst fotoğraf Shelly' e ait. Bu arada "Coffee And Cigarettes" i hala izlemeyen var mı? Sürekli filmle ilgili yazasım var durduramıyorum kendimi..


Cate Avusturalya'lı ve anavatanı kendisinin bir fotosunu 2009 da pullarına bastırdı, way anasını.. Bunun üzerine de Cate Milyonlarca Avustralyalı tarafından yalanacağım ve bunun için sabırsızlanıyorum" dedi ve dağıttı beni, zeki kadın vesselam aynı zamanda. Hayranıyım bilmem farkettiniz mi?