22 Ara 2011

wolf & I

12'de bir telefona uyandım. Kalktım, peynirli omlet yedim ve dünyanın en gereksiz filmlerinden birini izledim, amacım da buydu. Şimdi üşenmezsem Bakırköy' e gidip hiç okumaya yeltenmeyeceğim kitaplar, ara sıra göz göze geleceğim kıyafetler alıp eve geri döneceğim. Hı, bir de deterjan bitmişti. Yolda da muhtemelen şu şarkıyla ıslanırım.

aa bi de yılbaşı geliyordu di mi?

11 Eki 2011

5 Ekim Ghetto 123 Konseri

Sinema mı konser mi diye epey düşünüp, 123'ü de canlı canlı dinlemek istediğimize karar verip Ghetto'ya yollandığımız bir akşam. Biliyor musunuz bilmem ama bazı mekanlar artık erken saat uygulaması yapıp konserleri 'makul' saatlere alıyorlar, zaten düşününce gayet saçma haftaiçi bir konserin gece yarısı başlaması. Hatta Anadolu Yakası' nda oturduğumuz için çoğu konser de Taksim' de olunca, üstüne bir de haftaiçi konser monser izleyemez olmuştuk. Ghetto Twitter' da "123 konseri erken saat uygulaması kapsamında, 21.30'da gerçekleşecek."  diye yazınca yorgun argında olsak gittik, zaten konser 21:30'da, en fazla kaça kadar sürecek diyip keyifli ve huzurlu bir akşam geçiririz diye sevindik. Ne mi oldu? Girdiğimizde mekana saat tam 21:30' du, biz bize düşen görevi yaptık yani, 2 sene önce yine bir konser öncesinde aldığımız bilet ücretini kredi kartından 2 kere çekip bizi üzen Ghetto'ya bir şans daha vermek istedik. Girdiğimizde en fazla 10 kişi vardı, Barış yine bu konser 1 saatten önce başlamaz dedi, ben kendisini paranoyak olmakla suçlayıp 'yeeaaa öle demediler ama erken olacak' falan diyordum, yarım saat sonra baya baya sinirlenmeye başladım bir kere madem başlatamayacaksınız ordan burdan artistlik yapıp erken uygulamamız var bıdı bıdı demiyeceksiniz. Gerçekten kalkıp biletleri iade edip ordan ayrılmak için büyük bir istek duydum, ama o kadar çok vakit kaybettik ki, hadi biraz daha biraz daha derken yaklaşık 45 dk gecikmeyle çıktı grubumuz.

Sorun Ghetto' da olmayabilir elbet, mekan sonradan epey dolsa da 10 kişilik gruba konser vermeyi uygun görmemiş olabilir 123, ama -gerçekten- tam saatinde çıkıp o bir avuç kişiye konser başlatsaydı çok daha saygı duyacaktım.

Gelelim konsere, evet gerçekten başarılıydı. Ben zaten son 1 senedir epey  dinlemiştim kendilerini, canlı izlemek de iyiydi, önceki gerginliğimiz her ne kadar bizi olumsuz etkilemişse de yine de etkilenerek çıktık konserden. Özellikle davulcusu Berke Can Özcan ve klavyecisi Burak Irmak şahaneydi. O nasıl bir kendinden geçerek çalmaktır:) Yeni albümleri de kısa bir süre içerisinde çıkacak sanırım, sabırsızlıkla bekliyoruz zira birkaç parça çaldılar, Türkçe şarkılar da olacak üstelik.

İşte böyle.. 45 dk kimine çok az bir zaman dilimi olarak görünebilir ama inanın bizim çalışma tempomuzda olan kişiler için çok çok önemli, hele ki hafta içiyse ve sadece öğrencilere yönelik konser düzenlemiyorsan.. (Üstelik bir de sırf konser için işten çıkıp karşıya geçtiysen, saat 21:30 olsun diye orda burda zaman geçirdiysen) Gerçek müzikseverler soğutuluyor böyle böyle maalesef.

5 Eki 2011

candan erçetin ve birkaç bıdı bıdı


* Günün ilk kahvesi eşliğinde Candan Erçetin dinliyorum, liseden beri ara ara dinlerim hep aynı şarkılarını. Mesela şu an bu şarkısını. Sonrada bu şarkısını. Ama en çok bunu. Yanlış bilmiyorsam bu şarkıyı sevgilisi Candan Erçetin' e yazmış zamanında, bu şarkı bir kadına yazılan en güzel şarkılardan, daha güzel tarif yapılabilir mi binlerce cümle kursan bu kadar? yok, sanmam.

* Candan Erçetin hareketli şarkı söylememeli bence, böyle şarkılar daha çok yakışıyor, diğer şarkılarında koşa koşa uzaklaşıyorum kendisinden (bknz melek, kedi, vs)

* Bir önceki depresif yazının aksine gayet keyifliyim artık, her şey yoluna girdi nihayet belirsizlikler bitti, günün 5 saatini yolda geçirerek yenilenmiş işime gidip geliyorum şaşkınlıkla. Ne oluyorsa hep en iyisi oluyor hayatımda, her şeyde bir hayır var lafı inanıyorum ki yalan değil. Yakında yazmayı özlediğim tespit yazılarıma metrobüslerle devam edeceğim duyurayım şimdiden, zira saatlerce poposunun derdine düşmüş yurdum insanlarını itişip kakışırken izliyorum baya neşeli geçiyor yollar.

* Alis gelecek zaten daha, ismini duyduğumdan beri hastasıyım zaten kendisinin. Uzaklara gitmediğim için daha da mutluyum, bol fotoğrafını çekicez kendisinin pek sevdiğim annesiyle beraber, hele bi gelsin.

SOSYAL MESAJ: Topuklu ayakkabı giyip sanki babet giymişçesine rahat yürüyen, tüm gün üzerinde durup etrafa neşe saçabilen kız sana sesleniyorum, dünyanın en kıskanılası insanısın, müthişsin, özgüveninin hastasıyım.

19 Eyl 2011

nereye sokağı

* Evde ilk kez 3 şişe şarap var, sabırla açılmamış, özel bir günde açarız niyetiyle. Açıp içmek istiyorum ama Barış yok günlerdir, o gelince de ben olmayabilirim. Birtakım değişiklikler olabilir hayatımızda 10güne kadar. Diyeceğim o dur ki, o şaraplar açılmayı bekleyebilirler aylarca. Fazla mı gizemli, evet. Fonda
Bülent Ortaçgil olunca böyle oluyor. Farklı bir şehir olabilir her an (iş mevzusu), olursa yazacağım.

* Tiyatro, film, dizi yok bu ara, sadece müzik. En dingin olanları sadece. Kitap olarak da Ferhan Şensoy okuyorum bol bol, çok iyi geliyor daraldıysam hele.

* Fotoğraf ara sıra, hatta şurada her güne 1 fotoğraf koyuyorum.

* Yazılarda kısalıyor gittikçe, şimdilik böyle.

9 Eyl 2011

Beyoğlu 5. Sahaf Festivali

İşte yine başladı canımız ciğerimiz festivalimiz. Bu sene 5. si yapılan festivalin yapılan tek değişikliği mekanı oldu, evet yine Taksim'de ve ulaşılması yine çok rahat bir yerde, Tepebaşı' nda, TRT binasının önünde. Odakule' yi gördüğünüzde hemen ordaki aradan girin, gözünüze çarpacak direkt. Hemen yanında da IFW çadırı var zaten, acayip bir kültür karmaşası yaşanıyor şimdilerde oralarda :)

72 Sahaf katılıyor bu sene, Ankara' dan gelenler de var, yine epey renkli. Ben geçen sene de olduğu gibi bu sene de arayıp bulamadığım kitaplarımı buldum çok ucuz bir fiyata. Ferhan Şensoy' un Oteller Kitabı 'nı arıyordum mesela ne zamandır, rafın birinden göz kırptı hemen bana, her sene bir Ferhan Şensoy kitabı alıyorum festivalden, bu da benim geleneğim oldu sanki.

* Tarih olarak 6-18 Eylül şimdilik, genelde her sene tarih uzatılıyor bilginize..

5 Eyl 2011

Mini Bodrum Tatili

Şu yoğun iş günlerinde 5 günlük mis gibi bir tatil yaptık pek sevgili Bodrumumuzda. Önceki yazıma istinaden yerleşebilir miyiz, yerleşirsek ne yaparız, nasıl geçiniriz gibi pek çok soruyla gezindik tüm sevdiğimiz yerlerde. Bol fotoğraf çektim yine, mangallar yaktık, denizde oynanabilecek tüm saçmalıkları oynadık, okey tavla gırla, kısacası baya tadını çıkarttık, zaman kısıtlı olunca insan aklında kalan her şeyi yapmak istiyor.

Aklımda Kalanlar


- Bodrum merkezde barlar sokağında küçücük bir büfe var, Balık-Ekmek olması lazım ismi. Orda yediğimiz midye tava ve kalamarı nerdeyse her gün anıyoruz. Yağ çekmemiş, taze ve şahaneydi!


- Bir de Bodrum' da sebzeli döner meşhur, tüm bunların üzerine bir de ondan yedik sırf içimizde kalmasın diye, biraz ağır ama tadı çok iyiydi sanırım içine çemen de konuyor, çok değişik bir döner, tavsiye ederim gidenlere.


- Her Bodrum' a gittiğimizde uğramadan dönmeyeceğimiz yerler var, mesela Körfez Bar onlardan en önemlisi. Gittiğimiz gece 90's teması vardı sanırım, şahane şarkılar çaldılar baya eğlendim, ayrılmak istemedim hatta. Baya kalabalıktı, özellikle 12'den sonra adım atılmıyordu içerde, dışı da baya kalabalıktı. Mekan olarak bir de Kule' yi seviyorum onun haricinde gitmiyoruz zaten türlü turistin ve apaçinin doldurduğu mekanlara.

- Bir de gitmesi pek tatlı olan bir yer (özellikle koko almak için) Yunuslar Karadeniz Unlu Mamulleri, yine barlar sokağının içinde, mükemmel tatlı çeşitleri var, çoğunda gözüm kalarak ayrılıyorum zaten hep.

- Güllük'e de kısa bir ziyarette bulunduk, meşhur bir muhabbeti tatlı lokmacı abla var, mutlaka tatmanızı tavsiye ederim.

- Tüm bunların haricinde Bodrum' un gün geçtikçe daha da diğer şehirlere benzemesi hoşuma gitmiyor. Nerde o Halikarnas Balıkçısı' nın Bodrum u değil mi? Ayrıca çok çılgın süslenerek daracık sokaklarda dana gibi topuklularla yürümeye çalışan turist kızlar, inanın komik görünüyorsunuz. Mesajımızı da verdik, dağılabiliriz artık..

24 Ağu 2011

Köyün delisi olmak?

Bazen sadece temiz havası olan, dalgaları duymak için çaba sarfetmeyebileceğim bir yere yerleşmek gibi bir hayalim oluyor. Bazen yeterince şey yaşamadığımı düşünüyorum, daha zamanım var diyorum bu şehirde. Bazen sadece Ceren' sem, bazende sadece espressosunu vanilyalı dondurmasına boca eden (Blue) Juliette Binoche olmak oluyor derdim. Ama hep oluyor bir yerlerde bir dert. Olmaması da ayrı dert, biliyorum.

Çok net insanlar ürkütüyor beni. Net değilim ben, çoğu şeyde. Fazlaca kafa yormaktan olsa gerek olayın her boyutunu düşünmeliyim gibi hissediyorum. Sohbetler anlamsızlaşabiliyor, seni sen gibi çok düşünen insanlar anlayabiliyor, diğerleri sadece anlamaz bakışlarla ve o müthiş egolarıyla "senin şu fikirlerin.." diyebiliyorlar. Farklı düşünenler hırpalanıyor epeyce. Kendin gibisini bulduysan rahatsın, akşama kadar yorulmadan yormadan şahane sohbet, kahve.

Çok konuşan insanlar yoruyor bir de beni bu ara. 3 cümle yerine 18 cümle kurmak beni germiştir her zaman. Dinlemek kesinlikle işkencedir. O yüzden çok hızlı anlatırım ben, bir de insanların dinlemeyi pek sevmediğini bildiğimden. Bazen susarız karşımdakiyle, ne kadar keyiflidir -ee ne konuşucaz şimdi- tedirginliği olmadan susmak. Mutlu olurum eğer o tedirginliği yaşamıyorsam, şahanedir.

Her neyse, konu dağılmadan.. Kafaya çok taktığımız bir mevzumuz var evde. Barış ben ve balığımız olarak atlayıp bir araca şu egzozdan küfürden bağrıştan pislikten her daim olaydan kaçsak diyoruz kalıcı olarak. Bodrum mesela, hani yıllardır hayalini kurduğumuz, hani her yaz gidip göz ucuyla çaktırmadan birbirimize bakındığımız? Bilmem olur mu acaba? Geçenlerde sinirlenip halk otobüsüne tekme atan amcayı görsem de bi danışsam? Desem, seni görünce kafama koydum uzaklaşmayı, ne der acaba, durma kaç? Bence de.
Kaldır at dese, aylardır bir yerlere gelebilmek için yırtındığın kariyerini bir kenara, senelerce hayalini kurduğun İstanbul' unu, ne derim acaba yine çok düşünür müyüm? Az kaldı sanırım, sabrın son noktası sonu bilinmeyen bir "Hadi" ye dönüşecek..

Eşlik etsin diye; http://fizy.com/#s/1rp8l6

20 Ağu 2011

Beni Bağrına Bas (Hold Me Close To Your Heart)

İşte eğer gitmediyseniz çok ama çok fazla şey kaçırdığınız bir sergi. Patricia Piccinini' nin yıllardır yapmış olduğu çalışmalar 21 Haziran' dan beri İstiklal Caddesi' ndeki Arter' de sergilenmekte. Bende 3 gün önce gidebildim ve acayip etkilendim. Gidemeyenlere kötü haber yarın son gün, hala gitmek isteyenler için son 1 gün daha yani. Fırsatı olanlar için kesinlikle tavsiye ederim, müthiş bir olay, elinize kitapçığınızı alıp uzun uzun inceleyerek gezmekte fayda var, keşke fırsatım olsaydı ve bir kez daha gidebilseydim, çıkışta o sersemliği bir kez daha yaşayabilseydim diyorum ben hala. Piccinini' nin şurada web sitesi var, incelemek isteyenler için. Bu arada içeride soluklanmak için koltuklar var, hem sergiyle ilgili bir video izleyebiliyorsunuz hem de sergi dergilerini karıştırabiliyorsunuz. Giriş ücretsiz. Bunlar da benim çektiğim birkaç örnek..










20 Tem 2011

jeremy

* Flickr sayfama giremediğim için yepisyeni bir tumblr sayfası açtım, buradan buyurabilirsiniz. Her gün olamasa da sık sık fotoğraf eklemeyi düşünüyorum, Tumblr' ı pek çözemesem de hala, iş görür gibi. Fotoğraf çekmek için ölüyorum ama gerçekten vakit yaratamıyorum, yaratsam Barış olmuyor, tatil günlerimiz eşleşmiyor falan, ara sıra düzgün bir şeyler çekebiliyorsam dünyanın en mutlu insanıyım cidden.

* Okunmayı bekleyen bir sürü kitap, keşfedilmeyi bekleyen bir sürü müzisyen, bakılmayı bekleyen bir ton fotoğraf var, ama yemek masasının üzeri de bir sürü makale, prosedür ve zart zurtla dolmuş vaziyette, vicdanımı sızım sızım sızlatıyor bu durum.

*  Twitter kullanmaktan pelteleştim galiba uzun uzadıya yazamıyorum ya da sıcağa mı bi gönderme yapsam?

* Önümüzdeki bayramda tatil olabilme gibi bir lüksüm var sanırım, ki son uzun bayram tatilim olabilir, şimdiden deli hayaller kurdum, umarım sorun çıkmaz, en son tatilimi yapalı yıllar oldu sanki, geçen sene Eylül'dü oysaki.

* Şahane bir cover'la bitirelim kısacık yazımızı madem.


Melis Danişmend - Jeremy (Pearl Jam) / Akustikhane from akustikhane on Vimeo.

10 Tem 2011

08/07/2011 Bon Jovi Konseri

* En nihayetinde geldiler ve her sene muhakkak çıkan şehir efsanesi gerçek oldu:) Muazzam bir konserdi, "Raise Your Hands" le çıktılar ve benim o anlarda heyecandan dizlerim titriyordu. Daha fazla ne yapabilirlerdi  bilemiyorum, adamlar 2,5 saat sahnede kaldılar, bis'ten sonra 6 şarkı çaldılar. En son "Always" kapanış oldu ve eminim pek çok kişi baya duygulu anlar yaşadık, kimbilir bir daha nerde ne zaman? 

* Adamlar resmen yorulmadılar! Taş gibiler zaten ama o ne enerji! 

* Statta alkol olmaması ilginç oldu ama asla umrumda olmadı, Bon Jovi vardı ya sahnede. Dışarda içeri girmeden içilebiliyordu bu arada, hiç yok değildi yani.

* Dinlemeye gelen kitleyi de ben pek beğendim, gerçekten dinlemeye gelmişlerdi, bizim olduğumuz bölgede sorun yaşanmadı, kimse birbirini ezmedi, insan gibi izledik coştuk diyebilirim. 





Bu konserle birlikte ergenlik yıllarıma döndüm diyebilirim, evin her yerini tekrar posterleriyle kaplayasım var, cidden çok çok iyilerdi, fazlaca beğendiğim için olsa gerek çok ifade edemiyorum gerisini. evet.

24 Haz 2011

Başucunda Bekleyenler

Bazen 5 sayfa okuyup uyumak lüks oluyor insana veya sakin bir ortamda yemek yerken okumak, bazen düşünebilmek, dinleyebilmek karşındakini sözünü kesmeden falan. İlkini ele almak gerekirse; evet bazen 5 sayfa okuyup uykuya dalabiliyorum, müthiş bir tatmin yaşıyorum uyurken, ohh bugün de boş geçmedi diyerek:) Bazen de hemen başucumdaki kitap silsilesini görünce gülüyorum kendime, yarım bırakılmış, bir gün okunacak elbet umuduyla başucunda bekletilen o silsileye. Şöyle bir bakalım madem hepsine:

Ayfer Tunç "Bir Deliler Evinin YalanYanlış Anlatılan Kısa Tarihi" . Bu kitap işe başlamadan önce alınmış ve başlanmıştı tarafımca, ancak işe girdikten sonra muhtemelen ben bunu bu kafayla okuyamam dedim, az çok inat ettim tabi okumakta ama 3 sayfa bir gün, 2 sayfa diğer hafta derken bir şey anlamadığımı farkettim ve ne olur ne olmaz diyerek yanıma koydum, koşarak kütüphaneye acaba ne okuyabilirim diye bakındım,

Cemal Süreya, "Onüç Günün Mektupları" karşıladı beni, nasıl olsa kısa kısa okurum ben bunu muhakkak dedim, görüldüğü üzere yarısına bile gelememişim. Koştum yine kütüphaneye,

Alper Canıgüz "Oğullar ve Rencide Ruhlar" ı kaptım, neşeli uykuya dalarım dedim, evet neşelendim ama uykuma yenik düştüm, devamını getiririm umuduyla yanıma koydum.

Son olarak da, Patti Smith "Çoluk Çocuk" istiyordum ne zamandır, o kadar merak ediyorum ki yatmadan 6-7 sayfa okuyabiliyorum gözlerimi açık tutmak için delice bir savaş vererek tabi.
Kitapların hepsi şahane, hepsi muhakkak bitecek, ya seneye tatile falan çıkarsam:) ya da bir şekilde okumanın yolunu bulabilirsem..


Bu arada kitap yasaklayabilen insanoğlu enteresan, yasak dinleyemeyen yasakları tatlı bulup inadına delen insanoğlu güzel. Hal böyle olunca hiç alacağım yokken belki de kitabı aradım, buldum ve aldım, inadına da pek keyifle okumayı düşünüyorum.



Bu arada 8 Temmuz' da Bon Jovi' ye gidiyoruz, günsayıp duruyorum zira yıllardır beklediğim gün geliyor:)

Ve böylelikle, yazıdan çok fotoğrafın olduğu bu postu sonlandırıyoruz, bol kitaplı, müzikli, neşeli günler diliyoruz efenim. Buyrunuz, mini bir kitap tanıtımı;

------------------------------------------------------------------------------------------------------


"Çoluk Çocuk" kitabını okuyup da hala olduğu yerde olmak isteyen kaç kişi var acaba? Sabahın köründe uyanıp servise yetişmeye çalışan, bankada kuyruk bekleyen, istemediği  bir işi yapan, istemediği insanlarla hayatını dolduran kaç kişi bu kitabı okuyup "istemem kalsın" yapabilir merak ediyorum. Hayatını sanata adamış, bu uğurda evini terketmiş, türlü cefalar çekmiş iki insanı anlatıyor bu kitap, dönemin meşhur Chelsea Hotel' i ile birlikte. Bilmiyorum ben o dönemde bu kadar cesur olabilir miydim ama şu ara çok fazla özendiğim kesin. Hayatını sanata adamak o dönem ne kadar normalse bu dönemde bir o kadar ütopik sanırım, zira adayanların da nelerle kınandığını az çok görüyoruz. Okumakta fayda var.

4 Haz 2011

sanat anlayışımız şahane

Tek eksiğimizin bal ve kaşar heykeli olduğu şu günlerde herkese "akıl sağlığınızı koruyun" mesajı vererek yazıya başlıyorum.
Fazla yazacak bir şey yok gerçi, gülmemi tutamıyorum, ağzı dolusu gülüyorum bu ara sağlıksız bir şekilde.
Bir de dinliyorum bol bol, mesela bunu , müzik olmasa diye düşünüyorum -ki düşünemiyorum aslında-, kaldı ki o da yasaklanabilir, filmler diziler mizah dergileri internet vs. yasaklandı da, neden müzik yasaklanmasın?
bon jovi konseri yaklaşıyor mesela, adamı çevirirler mi son anda 'giremezsin, ülkede müzik yasaklandı'. hımm.

Neyse, hala tatil hayali kurmadım deli gibi çalışıyor olmama rağmen, sadece 1 güncük sessizlik ihtiyacım karşılanabilir diye düşünüyorum zira tatil olduğum tek günün sabahına yatak odasının dibindeki inşaat sesiyle uyanmak apayrı bir güzellik.
Tatil istemiyorum ama Jamiroquai abimin şu klibini izleyince koca bir of çekiyorum. Olacak o kadar.

19 May 2011

telaşa mahal yok - mu?

Mp3' ümün en yakınım olduğu şu günlerde, hayat hızla akıp gidiyor-muş şöyle bir geriye göz kısıp bakmaya çalışınca, anlıyorsun. Geçen sene bu günlerde (bknz, alttaki foto) doğumgünüm, Barış' ın doğumgünü, evlilik yıldönümümüz kocaman şenliklerle devam ediyordu (evet hepsi birkaç gün arayla) bu sene birbirimizi görünce şanslı hisseder olduk, zira Barış bu aralar her gün 2 saat gidiş 2 saat dönüş yaparak kitap fuarına gidiyor, ben zaten malum. Ketçap mayoneze, ton balığına, sade makarnaya bu derece sardıracağımı bilmezdim, bilen bilir insan eve gelince bırak yemek yapmayı üstünü değiştirmeye bile zor adapte oluyor. Hele o makyaj temizleme sahnem (hazırlık, banyoya doğru terlik sürüme, pamuğa acıklı bir bakış fırlatmak, suyu açarken ki o feryat ...) kameraya falan çekilse adeta ağlatır adamı.

Tüm bu karmaşa içinde kendime şöyle bir geriye çekilip baktığım zamanlarda (uykuya dalmadan önce ki 30 saniye kadar, o da şanslıysam tabi) hemen moda girdiğimi farkettim, oysa ben hem işinde gücünde, hem gastronomisinde hem de konserinde festivalinde olacak kadındım, şimdiki tabloya bakınca ürperdim. Dün Şanslı Masa izleyip anırarak güldüğümde farkettim bunu mesela. Oysa bir elimde şarabım, diğer elimde Oğuz Atay kitabım, fondan gelen Tori' nin ılık sesi eşliğinde şöyle bir göz ucuyla bakmalıydım tozlanmış kumandalara. Şu durumda Şanslı Masa izleyip anırarak gülerken, ayyy keşke bugün Sörvayvır olsaydı diye ağlarken, yerlerde birikmiş bilumum tozlara bakmaktan kaçınırken buluyorum kendimi. Ara sıra da eski çektiğim fotoğraflara bakıp iç geçiriyorum, çok matah şeyler yapmışım gibi geliyor, vay anasını bunu nasıl çekmişim ya falan diyorum. Diyeceğim o dur ki sanki ben, benlikten çıktım gidiyorum dört nala. Bunu da en son iş kıyafetim yok hep tişört, kot, spor ayakkabı diye söylenerek çıktığım bir alışveriş merkezine doğru yol alacakken geri dönüp fotoğraf makinemi de yanıma aldığım, yolda yürüyen bir adet insan ve bir adet ne idüğü belirsiz reklam panosu çekip adeta eşek ölüsü ağırlığında ki zenitime ağlamaklı bir bakış atıp çantama geri tıktığımda anladım. En azından anlama yetim henüz yerli yerinde, onu da muhtemelen tek ayak gidip gelmeye çalıştığım belediye otobüslerinde bir gün kaybedeceğim.

Hayaller de baya bi değişime uğradı mesela. Bundan 2 ay öncesine kadar dünya çapında hayalleri olan ben, bugüne baktığımda hayallerimin sadece dövme yaptırmak, Bon Jovi konserine gitmek ve sınırsız uyku vaadi olan bir çalışma düzenine sıkıştırıldığını görüyorum. Mesela şu an benim için dövme yaptırmak dünyanın ennn zor hayali. Önce gidip bir görüşmek, ardından randevu almak, sonra yaptırtmak falan ohhooo, baya baya zor geliyor bana. Oje sürmek misal, hele 2 kat süreceksen işin iş, kurumasını bekle falan, hayat zor diyip acıklı bakış fırlatıyorum tv' ye doğru.

Son olarak, mp3' üm benim canım diyerek özlü bir sözle bitiriyorum bana upuzun gelen yazımı. hadi silin gözyaşlarınızı, ağlamayın artık, iyiyim ben. ehehe. (son gülüş annem okur da meraklanırsa diyedir, alakasızdır)

Not: Annem telefon görüşmelerimizi ve mesajlarını artık "kib" diye sonlandırıyor, hadi kiiiibbbb diyor mesela, ailece üşengeciz sanırım.

4 May 2011

geçen günler



- Bayadır bir şey yazmayışım vakit darlığından değil gerçekten de pek bir şey olmadığından.

- Evet, ilk başta söylediğim noktaya 1 ayda geldim, ne kitap ne fotoğraf ne film ne dizi (behzat ç hariç öhöm)

- Şu 1 ayda, 4 senede hiç gitmediğim yerlere giderek İstanbul' u nihayet tanımaya başladım. Hele o sabah yaptığım tren yolculukları.. Yağmurlu bir gününüz varsa sabah saatlerinde yolunuz eskaza da olsa Haydarpaşa' ya düşerse, şöyle bir durmanızı tavsiye ederim. sadece durun, zira etrafınızda pek çok şey yaşanacak.

- Zenit' imde boş makara bekliyor ve bu normal şartlar altında olabilecek bir durum değil, durum vahim yani ehe.
- Tüm bunların haricinde çalışmak güzel gerçekten, yorgunluktan bazen ölsem de evde geçirdiğim günleri özlemiyorum, en güzel kısmı da bu olsa gerek.

8 Nis 2011

İki Çarpı İki / Surname 2010

Bir önceki yazıda tekrar işe başladığımı söylemiştim, bu yazıda 3 günde yamulduğumu söylemek içindir. Evet. Üstelik eğitimdi bu, gerçi çook uzaktı bana yani Üsküdar' dan taa Sefaköy' e gidip döndüm, 3 günde bastığım akbil sesi kulaklarımı tırmalıyor hala, metrobüse binip üstüne bir de oturabilmenin tüm inceliklerini çözdüm hatta öyle söyleyeyim.. 
Yarından itibaren öyle bir tempoya giriyorum ki, buraya saatlerce araştırıp kılı kırk yararak yazdığım o tiyatro, kitap vs yazılarından muhtemelen eskisi gibi yazamayacağım. Hatta biraz daha kişiselleşecek blog gibi hissediyorum, olsun, insan bazen kucağında bilgisayar varken birkaç adım atıp defterini eline almaya üşenebiliyor:)
Tüm bu temponun içinde de ne kadar iyidir ki, daha önceden alınan 3 adet tiyatro biletimiz vardı, haha salonda benden başka montunu toparlak yapıp sırtına koyan yoktu sanırım. İşkence de olsa uykusuzluktan gözlerim de kapansa, oyun başlayınca hepsini unuttum, sanat böyle bir şey işte.. 


* İki Çarpı İki ; devlet tiyatrolarının 2009' da çıkardığı bir oyun. Seray Gözler Yeniay ve Adnan Biricik oynuyor. İki oyuncuyla, 2-3 sandalye var ama kocaman bir oyun izliyorsunuz. Kişilikler, ilişkiler, evlilik hakkında, güldürücü bir yandan da duygusal bir oyun. İki oyuncumuz var ama ortada 4 karakter var, o karakter değişimlerine inanamayacaksınız, şahsen ben çok etkilendim, tavsiye ediyorum.


* Surname 2010 ; Böyle bir oyunu kaçırmak tam bir delilik! Ben ne zamandır bilet alamıyordum karşı yakada oynadığı için bu sefer yakınımıza geldiler de şöyle bol şenlikli, eğlenceli, bol müzikli, kuklalı şahane bir göz/kulak ziyafeti çektirdiler bize. Oyun boyunca gülümsemekten yanaklarınız ağrıyor, devamlı şimdi ne çıkacak diye bakıyorsunuz öyle de bir sürprizli. Yazan ve yöneten Yiğit Sertdemir şahane bir iş yapmış, Candan Seda Balaban' ın o muhteşem kuklalarına herkes bayıldı ki onun da bu oyunda çoook büyük bir emeği olduğu belli. Ben hepsine bayıldım ama en en çok İstanbulbaz' ları beğendim zira İstanbul' da yaşam hiç bu denli şahane anlatılmamıştı. İnsan şöyle bir geriye çekilip ne yaptığına, nasıl yaşadığına bakmalı aslında, nasıl saçma ve nasıl komik yaşıyoruz bu oyunda en şahanesinden anlayacaksınız. Tavsiye etmiyorum, ısrarla gidin görün diyorum.
Bu arada Surname, Divan Edebiyatında sünnet, düğün, şenlik gibi sevinçli olayları anlatan eserlere deniyormuş.


Bugün de bir oyuna daha gideceğiz, aslında sezon kapanmadan son oyunlar bunlar, izlemek istiyorsanız ay sonuna doğru (genelde 20'sinden sonra) İBB ve DT (mybiletten alıyorum ben devlet oyunlarını) internet sitelerini takip edin, üşenmeyin pişman olmayacaksınız :)

4 Nis 2011

İşe Dönüş

Uzun upuzun bir aradan sonra tekrar iş sahalarına geri dönüyorum. Yaklaşık 1,5 senedir edindiğim ya da tekrar devam ettirebilme fırsatı bulduğum ne kadar hobim/alışkanlığım/keyfim varsa büyük kısmını yine unutacağım maalesef çünkü iş hayatı böyle bir şey, eğer şanslıysan sana ne kadar yeteneğin, ediminin, o güne kadar kazandığın iyi alışkanlığın varsa hepsini bize ver diyorlar, şanssızsan yeteneğini, edimini boşver biz ne dersek o diyorlar, yaşadığını da unutarak böyle bir dengesizlik içinde denge tutturmaya çabalayarak geçiyor ömrün, zaman zaman azarlanarak zaman zaman pohpohlanarak. 


Evlendikten sonra hem yenilenmiş hayatımıza alışabilmek için hem de işimden aman aman memnun olmadığım için işi bırakmıştım, eh biraz da ne yapmak istediğime karar vereyim diye. Bu 1,5 sene içinde kafamda milyon proje ürettim cafe açtım, internetten satışlar yaptım, pastane açtım, kitapçı oldum, menajer oldum, yaşam koçu oldum ahahah şimdi bakıyorum da hepsi kendi kendime takılacağım işlermiş. Şimdi düşünüyorum da tüm bu olayların kopma noktası aslında üniversiteymiş, ben aman olsun da deniz kenarında tatilli falan bir yer olsun, içinde sosyal bilimler olsun, siyaset olsun, felsefe de olsun diye bölüm ve okul seçen bir ileri zekalıymışım. Üniversitede geçirdiğim o 4 seneyi hiçbir zaman unutmam o ayrı ama ciddi anlamda yapılan bu senin geleceğin bikbikleri doğruymuş, iş hayatına ufaktan bir giriş yapınca anlıyor her aklı başında insan bunu zaten. 


Neyse kısa keseyim, işe başlıyorum tekrar ve diğer işimden çok daha zor koşulları var ama sevebileceğim ve emeğimin karşılığını alabileceğim bir iş en azından, çok isteyerek mülakatlarına girdim ve şevkle başlıyorum, ama tek isteğim bu zaman zarfı içinde edindiğim güzel alışkanlıklarımı çalışırken de bırakmamak zira kendimi azıcık tanıyorsam çalışırken akşam 9'da yatan, banyo günleri belli olan, ertesi gün iş varsa dışarı çıkmayı reddeden bir düzen manyağıyım, hatta evde geçirdiğim bu 1,5 senede 1 kez bile öğlen uyandığımı hatırlamıyorum, biraz sorumsuz olmayı istiyorum belki de. Bu yazı da kendime notum, sözüm olsun. 

22 Mar 2011

Çığ

Normalde izlediğim oyunları, okuduğum kitapları, izlediğim filmleri vs. sıcağı sıcağına yazmayı severim, hem konudan fazla uzaklaşmamak adına hem de o an ki tutkuyu kaybetmemek adına. Ama birkaç gündür hem dns ayarlarım tam olduğu halde ve yasaklı sitelere giriş konusunda şahane bir programım kurulu olduğu halde kumanda paneline bir türlü giremedim, ne acayip yasaklanan bloglar açılıyordu ama kumanda paneli açılmıyordu. Neyse, fazlaca mantık aramamayı öğrendim sayılır zaten bu yasaklar konusunda. 


Çığ oyununu izleyeli birkaç gün oldu aslında. Sonda söyleyeceğimi yine başta söyleyeyim, oyunda mantığıma uymayan birkaç şey olmasına karşın ayakta ağlamaklı bir şekilde alkışladım, özellikle sonlara doğru sinirleri baya geriyor, tam ağlama kıvamına giriyorsunuz, şurda usulca kimse görmesin diyerek hazırlığınızı yaparken, çat! ışıklar açılıveriyor, bir bakıyorsun tüm oyuncuların gözleri dolu dolu, kimi makyajlar akmış, büyük bir sessizlik içinde salondan ayrılıyorsunuz. 


Oyun sessizlik içinde izleniyor zira oyuncular oyuna uygun olarak baya baya kısık sesle oynuyorlar, izleyici de ister istemez hem oyunu duyabilmek için hem de konunun gerçekçiliğinden olsa gerek sessizce izliyor oyunu, burdan konuya bir giriş yapalım. Oyun, bir köyde çığ tehlikesi üzerine şekilleniyor. Köyde insanlar karlar tamamen eriyene kadar çığ tehlikesiyle karşı karşıya, bu yüzden üzerlerinde büyük bir korku hakim, bağırmak yasak, ses çıkartacak eylemlerin hepsi yasak. Sabahın ilk ışıklarıyla başlıyor oyun, köyde bir ailenin korku dolu bir gününü izliyoruz. 


Tabi insanın aklına hemen takılıveriyor, bu insanlar madem tehlike altında, neden başka bir yerde yaşamıyorlar? Oyunda bu sorunun çok doyurucu bir cevabı yok. Hatta daha önceden farklı bir yere taşınıp birkaç sene sonra bu köye geri dönenler var, geri dönmeyenler ise hain sayılıyor nerdeyse. Bu durum bana dediğim gibi doyurucu gelmedi, üzerine pek düşünülmemiş gibi, ama bu sorunun haricinde konuyu çok beğendim, gayet yaratıcı geldi bana. Böylesine dramatik bir oyunun içinde zaman zaman da gülebiliyorsunuz çünkü absürd durumlar da olmuyor değil.


Oyunda en çok beğendiğim şey kostümler oldu benim, Canan Göknil gerçekten müthiş bir iş yapmış, gerçekçiliğini çok güzel yansıtıyordu kostümler, dekor da yerli yerindeydi.


Oyunu izlerken biraz da gördüğümüzden öte, soyut olan kısmını da düşünmek gerek bana kalırsa zira o zaman çok daha anlamlanıyor. Olay sadece çığ ya da herhangi bir doğa olayı değil, insanların bunu kendi iradeleriyle sorgusuz sualsiz kabul edişi, yeri geldiğinde aile fertlerinden birilerini bile yönetime sunabilecek kadar gaddarca bir düşünceye boyun eğmeleri, olayın arkasındaki saçmalığı düşünmeyecek kadar yukarıya güven duyabilmeleri. Böyle düşünürsek belki az önce bahsettiğim mantık hatasını bile görmezden gelebiliriz sanki, olay zaten baştan aşağı absürd çünkü.


Yazar Tuncer Cücenoğlu, bu oyunla 40. sanat yılını kutlamış.
Yöneten: Kemal Başar
Oyuncular: Erhan Abir, Alev Oraloğlu, Sevtap Çapan, Caner Çandarlı, Orhan Hızlı, Nergis Çorakçı, Berrin Akdeniz Kortidis, Zeki Yıldırım, Vildan Türkbaş, Hüsnü Demiralay, Göksel Arslan

17 Mar 2011

Buluşma Yeri

Oyunun girişi muhteşem, hatta aman sahnede bir şeyler olabilir hemen yerime koşayım dediyseniz pek çok şey kaçırıyorsunuz bu sefer, zira yerinize geçmeyip dışardan gelecek düğün alayını beklerseniz beraber oynaya oynaya kurulabilirsiniz koltuğunuza. 


Biz bu sefer -sırf meraktan- balkonda izleyelim istedik, oturur oturmaz da nasıl bir hata olduğunu farkettik zaten, zira biletler satışa sunulduğunda internette çılgın bir alım yarışı yapılıyor (tiyatrolara gidilmiyor diye artık sızlanılmasın lütfen) ben de genelde ilk sıralardan buluyorum biletleri, balkona çıkarak zaten dağınık olan konsantremi bir türlü toparlayamadım. Ama binlerce kere daha yazıp söyleyebilirim ki müzikleri şa-ha-ne! Hele oyunun ortasında topluca söylenen bir şarkı var, orda özellikle Arda Aydın' ın (Petar) sesine dikkat, zira resmen bu ses kimden çıkıyor diye çırpındık bulmak için Barış'la, nasıl güzel bir ses o tanrım! Oyun gerçekten orda bitse, Arda Aydın o şarkıyı söylese asla itiraz etmezdim mesela. Bir de Volkan Ayhan' ın (Keza Bata) söylediği bir şarkı var onun da sesi müthiş, çok duygulandırdı hatta tüm salonu diyebilirim.


Oyun 2 perde (tek perdeli oyunlarda huzursuz oluyorum, bitecek diye mi, konsantrem dağılacak diye mi?) ve 4 bölümden oluşmakta, dediğim gibi müthiş bir Balkan müziğiyle açılıyor, oynaya zıplaya alkış kıyamet oturuyoruz yerimize. Genel anlamda oyun, yaşam ve ölüm arasında geçiyor. Bir o tarafta, bir bu tarafta. Profesör Pavloviç' in ölümü üzerine sorgulanıyor ölüm ve yaşam arasındaki o çizgi. (Bu arada Profesör' ü Bill Cosby' nin unutulmaz sesi Sezai Aydın canlandırıyor). İkinci perde, yaşamın ne denli sırlardan ve yalanlardan oluştuğunu gösterirken, bir yandan da diğer taraftaki itiraflar, özlemler dilleniyor. Fırıncı Marko' ya, baba-oğul Savski' lere gülerken, akordeoncu Ruzmarin' e üzlüyoruz bol bol. 


Benim Duşan Kovaçeviç' in izlediğim 3. oyunu. Hatta Buluşma Yeri bir üçlemenin ikinci oyunuymuş, geçen sezon izlediğim "İntiharın Genel Provası" da ilk oyunu. İntiharın Genel Provası' ndaki 3 oyuncu burda da var, Bennu Yıldırımlar, İbrahim Can, Bora Seçkin. Olmayan Serhat Kılıç var sadece. Kovaçeviç' in oyunları biraz ağır oluyor aslında, zaman zaman kopuyor insan izlerken. Aynı şeyi İntiharın Genel Provası'nda ve Profesyonel' de de yaşamıştım zira. Konu çok ağır değil belki ama öyle pür dikkat de izlenebilecek cinsten değil kanımca. Ama gitmemize değdi mi, kesinlikle evet. O müthiş şarkılar, ölüm-yaşam işleniş biçimi, oyuncular hepsi müthişti, sadece biraz ağırdı diyebilirim, o kadar.


Bu arada, üçlemenin son oyununun adı Kovaçeviç' in 2010' da yazdığı "Dar Ayakkabıyla Yaşamak" olacakmış. 


Bahsettiğim şahane şarkının sözleri de; kiraz açar bayırlarda / artık ilkbahar da yolda / her şey aynı memlekette / her şey aynı ülkemde / sadece ben yokum artık / asma yeşillenir ince ince ince / eski damı sarar o güzelce o güzel / kiraz açar bayırlarda / artık ilkbahar da yolda / 
her şey aynı memlekette / 

her şey aynı ülkemde / 
sadece ben yokum artık


* Bu şarkıların kayıtlarını bulabilsek ne şahane olurdu, hatta dün düşündük böyle şarkılı türkülü oyunların soundtrack albümleri çıksa diye:) Ben açıkçası çok isterdim.



Yazan: Duşan Kovaçeviç
Yöneten: Nurullah Tuncer
OyuncularSezai Aydın, Zümrüt Erkin, İbrahim Can, Müge Akyamaç, Selçuk Soğukçay, Bennu Yıldırımlar, U. Arda Aydın, Volkan Ayhan, Özge Kırış, Gürol Güngör, Bora Seçkin, Tankut Yıldız, İlhan Kilimci, Nihat Alpteki, Y. Arda Alpkıray, Berk Samur, Deniz Evrenol, Doğan Şirin, Hanife Ser, Hülya Arslan, Fuat Can Başkır, Murat Güreç, Muzaffer Berişa, Orçun Tekelioğlu, Ömer Göktay - Gonca Beker, Utku Akıncı, Volkan Ayhan, Yalçın Gören - Barış Özer

10 Mar 2011

Bu Filmin Kötü Adamı Benim - Murat Gülsoy

Ne acayip.. Bloglar kapalı hala, çoğumuz erişebiliyoruz bir şekilde ama sanki yazma zevkimiz elimizden alınmış gibi.. Bende aslında gayet zorlama başlıyorum şu an yazıya. Bakalım, şu an gelişme yok hiçbir şekilde. İnadına yazmak gerek belki de bilmiyorum. Artık kim okursa, kim faydalanırsa kar diyorum, ne diyeyim? 

Kitap, Murat Gülsoy' un ilk romanı ayrıca benim de Murat Gülsoy' un okuduğum ilk kitabı. Baştan söylemek isterim ki ben kitabı beğendim, zevkle okudum. Derin bir anlatım tarzı var yazarın kitapta, öyle çok aforizmalar yok (ki bu bazen çok daha iyi oluyor) yani sade bir anlatım, çok süslü değil, o yüzden olayların içine daha da dalarak, anlayarak okutuyor kendini.

Kitapta çok fazla karakter yok, ama olanlarda yetiyor gayet:) Önder var mesela, tüm kitap onun üzerine gibi, yani onun düşünceleri, onun gözünden karısı Defne, karısını -bir nevi- aldattığı Gaye, Gaye'nin sevgilisi Önder'in de yakın arkadaşı İzzet. Önder çoğu okurun nefret besleyebileceği bir karakter, baya baya itici ama okuyup geçemeyeceğiniz de bir karakter aynı zamanda, durup bir düşündürüyor bolca nedir ne değildir bu mevzular nerelere gidecektir diye:)

Önder sanki, hani uzaktan tanıdığımız, az çok ilgi duyduğumuz birisinin iç dünyasını merak ederiz ya, işte o iç dünyayı seriyor önümüze, al bakalım, işte uzaktan merak ettiğin adam budur diye, bende öyle bir izlenim uyandırdı, hala da benim için uzaktan uzağa merak ettiğim, bu adam ne yer ne içer ne yapar diye düşünebileceğim bir karakter, öyle de bir gerçekçi yanı var aslında. Hatta bazen okurken Keklik Koyu' nda da hissetmedim değil, Önder' le Gaye' nin peşinden gittim bir süre, İzzet' in babasıyla balık aldım, atladım arabaya geri döndüm, Defne' yle konuştum, anlamaya çalıştım. Demek istediğim hikaye o kadar da uzak değil bizlere, yadırgamadan üzerimize alabileceğimiz ana fikirlerle dolu. 

Tabi kitap bittikten sonra yazarın arka kapaktaki fotoğrafıyla bakıştık bir süre, tüm bunların üzerine de sordu sanki, merak ettiğin kadar var mıymış? Bilmiyorum, bir yandan çok ilgimi çekerken bir yandan da baya bir uzağa kaçtım hikayeden :) Ama Murat Gülsoy' dan çok uzağa gidemeyeceğim kesin, diğer kitaplarını da okumayı iple çekiyorum artık..

1 Mar 2011

yeter!!


Artık ne söyleyeyim bilmiyorum, zira artık yapılanlar sırf çabuk kabullendiğimiz için belki de hayatımızı, yaşama tarzımızı, kültürümüzü çarçabuk yokediyor. Çok çabuk kabulleniyoruz her şeyi! En basit mevzular için bile fikir beyan edemez olduk, son olayımız, blogger' ın kapanması digitürk üzerinden gitse de bunun bazılarının işine geldiğini de gayet iyi biliyoruz. O yüzden sesimizi çıkaralım, şundan eminim ki digitürk blogger' dan daha faydalı bir oluşum değil. Sosyal medyayı ciddiye alan pek çok marka, kuruluş vs. var, burdan hareketle bunu medyaya taşıyan pek çok isim var, yapacağımız çok basit, erişebildiğimiz her yerden tepkimizi gösterelim (en azından). Digitürk'ünü iptal edenler var, iptal isterken sebebini söylemeyi unutmayın lütfen.

26 Şub 2011

Kutsal Aile / Fatih Altınöz

Kutsal Aile daha önce Afili Filintalar' da tefrika olarak yayınlanmaya başlamış Fatih Altınöz tarafından, daha sonra da April Yayıncılık tarafından da kitap haline getirilmiş, pek de güzel olmuş. 
Kutsal aile, İsmail' i, bazen dayanılmaz bir hal alan iç sesini, kimsenin başına gelmesin diyebileceğim abi Aytekin'i, masumiyetini sıklıkla sorguladığımız İsmail' in babasını ve çözmeye çalıştığımız annesini, pek merak ettiğimiz İsmail' in karısı Gülcan' ı, şöyle bir pataklamak isteyeceğiniz oğul Alican' ı ve az birazda Gülcan' ın ailesini anlatıyor. En çok İsmail tabi, saftirik mi, yoksa hayattan yırtmaya çalışan ortalama bir Türk insanı mı yoksa istediğinde gayet çakal olabilen bir adam mı, en çok bunu sorguluyoruz bol bol gülümseyerek herhalde.


İsmail, aslında ortalama bir geliri olan, her an her yerde görebileceğimiz bir aile babası. Karısının ailesine misafirliğe gitmesi en büyük kabusu mesela. Bir banka çalışanı, ara sıra meyhaneye içmeye gitmek en büyük lüksü. Karısını kızdırmamak için elinden geleni ardına koymayan, oğlunu karısının kardeşine kaptırdığını düşünen, sırf macera olsun diye karısını terk etmeyi düşünen bir adam. Fena bir iç sese sahip, durdurulamayan, her şeyi sorgulamadan kötüye yoran hafif paranoyak:)
Evet, komik bir kitap, kişinin mizah anlayışına göre bu kitapla eğlenme seviyesi değişir elbet, ben mesela bol bol gülümsedim. Özellikle Raci Dayı' nın ölümünün ardından mezarlıkta olanlar beni baya eğlendirdi, ama bu kadar. Bazı yerler fazla uzatılmış ve dolayısıyla fazla zorlanmış sanki, oralarda sıkıldım, o da belki önce tefrika olarak yayınlamanın olumsuz bir etkisi olabilir, çok akıcı değil bu yüzden sanırım.


Bu arada kitabı anlatan en iyi cümle bence Murat Menteş' ten gelmiş, “filmlerde kurşun yedikçe gülen adamlar olur. kutsal aile hem yaralıyor, hem güldürüyor.” 


Eğlenceli vakit geçireyim, her zaman her yerde görülebilecek ailelere bir de bu yönden bir bakayım derseniz bence okuyun.

25 Şub 2011

Elif Çağlar / M-u-s-i-c


İşte nihayet içimizi açacak bir albüm! Albümü sadece 2 gündür dinliyorum ama şimdiden içim rahat bir şekilde, hatta çılgınlar gibi tavsiye edebilirim. 


Soul, bossa, pop, folk, reggae gibi türleri içinde barındıran rengarenk bir albüm. Elif Çağlar yıllardır caz söylüyor, ama tamamen caz bir albüm demek doğru olmaz sanırım m-u-s-i-c için.
Albümdeki tüm söz ve müzikler Elif Çağlar' a ait, ki bu daha da güzel. Hem yaz, hem müziğini yap, hem de o şahane sesinle söyle. Albümün dili İngilizce, onu da belirteyim, ama öyle ağır İngilizce değil (ne demekse) yani orta halli bir İngilizceyle rahat rahat anlaşılabilir sanırım.


Benim şimdilik favorilerim, "Say Where You're At" , "Universal Love" , "Circus Love" ama dinledikçe tüm şarkıların favori olabileceğini hissediyorum, iyi albümlerde olur böyle şeyler:)


Albümü sitesinden alabiliyorsunuz bu arada.
Kendisinin şurada blogu var, şurada da şarkı sözlerinin yazıldığı bir blog var (ne şahane bir fikir) . Ayrıca ben "Killing Me Softly" coverını da pek sevmiştim, videosunu da ekliyorum, albümü almayı unutmayın diyerek ayrılıyorum.



Killing me Softly live from Akustikhane from akustikhane on Vimeo.

21 Şub 2011

33 kişiye sorduk, 1 de mim cevapladık..

Büyük çekişmeler(!) sonunda "edebiyat" açık ara birinci oldu eheh. 

Yaptığımız anket sonucu 15 kişi edebiyat, 9 kişi tespit/kişisel, 5 kişi müzik, 4 kişi de film/dizi tercih etti.

Demek ki, bundan sonra okuduğum her şeyi paylaşacağım gerçi zaten öyle yapmaya çalışıyorum ama bazen yazmak zor oluyor bazı kitapları (bazen üşeniyorum-evet)

Aslında ben "kişisel" kısmının birinci çıkacağını düşünmüştüm zira günlük tadında bloglar çok daha fazla ilgi görüyor, benim de çok severek takip ettiklerim var, çok daha fazla yorum alıyorlar, hatta ben de genelde kişisel yazdığım yazılardan daha çok yorum alıyorum, o yüzden bu şaşırtıcı oldu. 
Kişisel neyse de son zamanlarda yazdığım "tespit" yazılarından baya keyif alıyorum, o yüzden buna keyifle devam edeceğim.
Müzik zaten benim hayatımda vazgeçilmez, edebiyat, dizi, film, tv olmadan zorlanarak da olsa yaşarım ama müziksiz asla ve asla olmaz, bu yüzden müzik de hiç ama hiç rağbet göremese de yazmaya devam edeceğim bir konu olacak.
Yani kısacası, ben yine bildiğimi okuyacağım, ama bu sonuçlar beni gerçekten mutlu etti ne yalan söyleyeyim.

Sağ tarafta zaman zaman kamuoyu yoklamaları yapmaya devam edeceğim, aklınızda bulunsun .)

 ** Gelelim Sedoş'un gönderdiği mimimize. minimize. minimini bir mime ** 

1-Gün içinde eğer gerçekleşirse şok geçireceğin şey:

Bugün mesela, hemen dibimizde başlayan delme çalışmaları 5 dakika ara verirse şoke olabilirim, olmaya hazırım, lütfen dursun artık!!

2-Gördüğün zaman eğer almazsan uyuyamam dediğin şey:

Genelde cd, kitap ya da yeni keşfettiğim bir fotoğraf makinesi oluyor.

3-Uğruna diyetini bir kalemde bozduğun şey:

Diyet yapmadım hiç, dolayısıyla bozmadım da, ama tatlıya hayır diyemeyenlerdenim.

4-Uğurun var mı, uğurun? 

Hımm, yok sanırım.

5-Kendine en yakıştırdığın renk:

Kırmızıyı pek severim.

6-En sevdiğin takın:

Yüzüksüz çıktığım zaman kendimi eksik hissediyorum. 

7-Takıntın?

Çok var, ilk aklıma gelen uyuduğum odanın kapısını kilitlerim muhakkak.

8-Bavulum çoktan hazır,gitmek istediğim şehir,ülke?

Nere olursa. Ankara, Bodrum, Barselona ilk aklıma gelenler.

9-Ben bu şarkıyı duyunca şakırım:

Şakımam ben pek. Şakıtan şarkıları bilmem. Ama son günlerde Metric dinliyorum, bol bol eşlik ediyorum.

10-Solunda ne var?

Bilumum kumandalar, kulaklık, birkaç broşür, kalem, kağıt, yastık, peçete ahaha. Bu soruyu sevdim.

Bu mim benden cevaplamak isteyen herkeslere gitsin.

18 Şub 2011

Radiohead - Lotus Flower (bir apaçi doğuyor)




Sabah sabah nasıl bir şaşkınlık içerisinde izledim bu klibi anlatamam. Görür görmez Feridun Düzağaç' a benzettim sevgili Thom'u, ardından o apaçi dansını görünce uzun uzun baktım ekrana, baya da bi güldüm, ama her halukarda sevdim yine de. Zira Thom, sevilmeyecek adam değilsin.


2. video da gerçekten müthiş! Hemen yapmış insanoğlu koymuş youtube' a, kim yaptıysa eline sağlık bugün daha fazla yarılamazdım:) Bunu da muhakkak izleyin derim.


17 Şub 2011

müzik dinleyicileri ve kapıda ismi yazan şahsiyetler üzerine bir dellenme, ayrıca konserlerde gürültü oluyor bence, sence?

* Şimdi yalan yok, çoğu konser biletlerine hatırı sayılır miktarda paralar ödüyoruz. Biz, evet. Peki tam mekana girerken, tam da biletini görevli abiye uzatmana birkaç insan kadar yakınken, o önündeki insanlar abinin elindeki 5-10 sayfalık isim listesinde bulunması üzere isimlerini söylerken, kendilerine kafa göz dalmak istiyor musun, istemiyor musun? Dediğim gibi yalan yok, ben istiyorum. Hatta o kadar sinirleniyorum ki yaklaşık bi 5-10 dakika etrafa pis bir ağızla söyleniyorum. Çıkan sanatçıya "bunlar senin arkadaşların mı" bakışları yolluyorum. 


* İnsan bi delleniyor, sen ciddi rakamlar ödemişsin belli ki, ama adam mis gibi yazdırmış ismini, ohh ben bilmemkim diyip geçiyor yerine, gel de kıl olma! O bileti o abiye uzatırken ki o mazlum hal !! Ahh, kederli başım..


* Hele bazen öyle insanlar görüyoruz ki ismini yazdıran, seni beni 5'e katlar, kardeşim sende müzisyensin, utanmıyor musun sonra biletler satılmıyor diye söylenmeye. Ben olsam cidden biletimi alırım paşa paşa, sırf meslektaşıma ufak bir katkım olsun diye.


Velhasıl kelam;


* İtiraf etmem gerekirse, geçen sene o kepaze listelerin çoğunda benim de ismim vardı +1'imle hemde. Ama biz naptık canım kardeşim, gittik efendi efendi dinledik konserimizi. Jazz konserlerinde aman deklanşörün sesi insanları rahatsız etmesin diye bir yerlerimizi yırttık hatta. Aman bir sevimlilikler falan. Ay bunu telafi edelim, içerde içkiye yatıralım paramızı ayıp olmasıncılıklar. agucuk bugucuklar.


* Tamam, beleşçilerin hepsi değil ama olayla yakından alakalı olmayan bazı beleşçi arkadaşlar, içerde anormal bir gürültü yapıyorsunuz. Arkadaşım, sarmadı mı seni? Buyur çıkıver bi zahmet, zaten onca zaman beklediğimiz ya da türlü sıkıntılarla edindiğimiz biletler sayende tadı çıkarılamadan yok olup gidiyor. 


* Şimdi diyeceksin ki, -ki haklısın- bunlar isimlerini oraya nasıl yazdırıyor? Ya müzisyenlerin tanıdıkları oluyorlar, ya camianın elemanları, ya ismini yazdırıp gitmeyen arkadaşından yanmasın diye  devralanlar, ya da ordan burdan edinilen işte ne bileyim. 


* Bu sorun ufak bir sorun değil, hiç sanmıyorum, zira müzisyenler de çoğu zaman içerdeki uğultudan şikayetçiler. O zaman bence yapacakları en önemli şey, şu uzuuun upuzun sayfalarca isim yazan kağıtlara bi çare üretmeleri, zira bazen gerçekten seni oraya dinlemeye gelen adama ayıp oluyor.

14 Şub 2011

Saturno Contro (Bir Ömür Yetmez)

Saturno Contro, Ferzan Özpetek' in 2007 yapımı bir filmi. 2007' de Ankara sokaklarında dolaşırken birden aklıma gelmişti ve sinemaya koşmuştum, uygun bir saat yakalayamayınca geri dönmüştüm. Ne kadar hassas bir insanım ki daha yeni izleyebildim filmi:) Kaç gündür de bekletiyorum, sırf Pazar günü izleyelim diye, sanki Ferzan Özpetek filmleri havanın açık olduğu güzel bir Pazar gününe yakışıyor, filmden sonra şevkle mutfağa giresi geliyor insanın sevdiceğiyle beraber, bir kadeh şarap eşliğinde, hatta soundtrack' inde olan şarkılar eşliğinde. 


Film için yine "klasik bir Ferzan Özpetek filmi" diyebilirim, yine simalar tanıdık, hep yaşanan umut dolu bir hava bu filme de hakim, öyle içi boş, kof bir umut değil ama, gerçek olabilecek kadar 'gerçekçi' umutlar. Müzikler, yaşanan olayları bambaşka hissettirebilecek kadar iyi seçilmiş, mutfak olgusu çok hakim olmasa da yine var ve yine müthiş görünüyor. Hatta bakınız; 




Film, sağlam dostlukları olan bir grubun hikayesini anlatıyor aslında, aralarından birinin ani ölümü üzerine yaşananlar, ilişkiler, karakterler.. Derinlemesine karakter analizleri yok ama hareketlerinden hatta duruşlarından anlaşılıyor hissiyatları, belki bir parça da hayalgücümüzü devreye sokuyor yönetmen. 

Filmdeki bir sahne bana sinemanın farklı bir tarafını hatırlattı, müziklerin çekilen sahneyi nasıl da bir anda değiştirebileceğini. Lorenzo öldükten sonra, ailesinin, dostlarının ve sevgilisinin onunla vedalaşma sahnesi, müziğinde etkisiyle çok farklı bir boyutta gerçekleşiyor sanki, alıştığımız ya da alıştırıldığımız kendini yerlere atma, bağırıp çığlık atma gibi sahneler yok, bu da karakterlere daha da yoğunlaşmanızı sağlamış aslında. Ayrıca çalan şarkının melodisi ağır değil, biraz zorlarsanız kalkıp dans bile edebilirsin, belki sözleri acıklıdır bilemiyorum, ama izleyiciye müthiş bir acı çektirme gibi bir niyeti de yok filmin, bu hoşuma gitti benim. Konu dram diye belirtilmiş ama asla bizim algıladığımız şekilde uygulanmamış.

* Filmde Cahil Periler filminde izleyip hayran olduğum Stefano Accorsi ve Margherita Buy' da oynuyor, onları görmek yine gayet güzeldi, Özpetek' in de kemik bir kadrosu var galiba, Serra Yılmaz bu filmde de var mesela, izlediğim her filminde de vardı.

* Filmin sonunda Serge Gainsbourg' un, Jane Birkin' in ağlama seslerinin eşliğinde söylediği "je suis venu te direque je m'en vais" şarkısında sesini duymak gayet iyi geliyor. 
Işın Karaca'dan "Bitmemiş Tango" ve Nil Karaibrahimgil' den "Pırlanta" şarkıları da kullanılmış soundtrackinde, bunların haricinde kalkıp dans edebileceğiniz şahane şarkı da Gabriella Ferri' den "Remedios", film bitince la la la la la nedir acaba bu şarkı diye boşuna aramayın diye yazıyorum:) Alttaki fotoğraftan anlaşılacağı üzere Türkan Şoray' a da bir selam gönderilmiş. Film, Hrant Dink' e adanmış bu arada onu da belirtelim.

Son olarak, şunu da söyleyeyim, Serseri Mayınlar' dan biraz daha fazla zevk almıştım, ama bu filmde de bahsettiğim ögeler beni baya etkiledi, tekrar tekrar izleyebilirim öyle söyleyeyim.