27 Oca 2011

Marat-Sade


Şehir tiyatrolarının bu sezon sahne, kostüm, makyaj, oyuncu seçimi bakımından göz doldurduğu bir oyun Marat-Sade. Öyle ki içeri girer girmez -konu her ne kadar bir banyoda geçse de- sahnenin büyüsüne kapılıyorsunuz, bitene kadar da gözünüzü sahneden alamıyorsunuz.

Oyun, Charenton akıl hastanesinde Fransız Devrimi'nin liderlerinden Jean Paul Marat' ın (Yıldırım Fikret Urağ) bir küvet içerisinde, Charlotte Corday (Özge Özder) tarafından öldürülüşünü konu alıyor. Marat gerçek yaşamında da son dönemlerinde deri hastalığına yakalanıyor o yüzden de küvette geçirmek durumunda kalıyor günlerini, oyunun çoğunda Marat küvette. Oyunu sadizmin babası olarak gösterilen ve gerçekten de o dönemde marjinal sayılabilecek olayları bulunan ve bu yüzden de defalarca tutuklanan, meşhur Bastille hapishanesinde yatan Marquis de Sade yönlendiriyor. Bu rolü Murat Garipağaoğlu şahane oynadı, baya etkileyiciydi özellikle meşhur bir kırbaç sahnesi var kendisinin. Sade'nin yönetiminde, konuklara hastanedeki akıl hastaları tarafından oyun sahneleniyor. Oyuncular akıl hastası olunca baya şenlikli oluyor tabi ortalık.

Konu anlayacağınız güncel bir konu değil, ama elbette tarihte yaşanan her bir olayın şimdiki gündemimize, yaşamımıza selam vermemesi de olanaksız. Sahne, kostüm, müzik, oyuncular kesinlikle şahane, ama konu ve replikler ağır, dolayısıyla izleyen her bireyin zevk alması olanaksız. Tarihe meraklı olan, Fransız Devrimi'ne hakim olan her izleyici muhakkak ki sever, ama çok alakalı değilseniz oyuna gitmeden önce konuyu az biraz araştırmanızı öneririm. Dün akşam oyundan çıkarken hatta alkışlarken bile salonun büyük çoğunluğunun olayı hala tam kavrayamadığı anlaşılıyordu bana kalırsa. Ayrıca full konsantre olarak oyunu izlemek biraz zor zira kadro çok geniş ve devamlı aktif haldeler, tam metne konsantre oldum derken arkadan bir çığlık yükselebiliyor, izleyici açısından zor bir durum.

Bu ağırlığı üzerinizden alabilecek şahane bir oyuncu daha var, Çağlar Çorumlu. Kendisine "Tarla Kuşuydu Juliet" oyunundan zaten hayrandım, şimdi bir kat daha fazla hayranım. Baya güldürdü yine dün 'epizort'larıyla bizleri :)

Tüm bunların haricinde söyleyebileceğim, "oyuna daha 10 dakika var hemen girmeyeyim salona" demeyin zira evlere şenlik hastalarımız sahnede bizi bekliyor oluyorlar :)

* Oyunun türü oyun içinde oyun olarak tanımlanan "total tiyatro" olarak geçiyor kaynaklarda.

* Oyuncuların çoğunun sesleri çok güzel, insan arada düşünüyor bazı insanlar bu kadar yeteneği nasıl bünyesinde barındırıyor diye, bi eziliyor oturduğu yerde :)

* Son olarak, oyunun tümünde hatta verilen arada bile durmadan salıncakta sallanan oyuncuya en derin saygılarımı sunuyorum :)

Bu arada satış yapılırken internet sitesine keşke hangi rolü kimin oynadığını yazabilseler (hoş, çoğu zaman konuyu bile bulamıyoruz, tesadüfen alıyoruz biletleri), baya bir cebelleştim isimlere vakıf olmak için, zira tiyatrocuların hangi oyunlarda hangi rollerde oynadığıyla ilgili kapsamlı, sürekli güncellenen bir site de yok, böyle bol oyunculu oyunlarda insan en azından oyunculuğundan haz aldığı kişilerin isimlerini görebilmek istiyor, ismi google'la yazıp taratınca çıkan fotoğraftan kim olduğunu bulmaya çalışmak baya zor, bunu da belirtmek isterim. Hatta oyunu tam manasıyla yansıtabilecek bir görsel bile bulamadım. Varsa bildiğiniz bir site, önerirseniz sevinirim. Benim şimdiye kadar bulabildiğim en kapsamlı site Tiyatro Dünyası, oyunlar hakkında fikir sahibi olabileceğiniz güzel bir site.

Yazan: Peter Weiss
Yöneten: Ragıp Yavuz
Çeviren: Cengiz Tuncer
Sahne Tasarımı: Barış Dinçel
Kostüm tasarım: Tomris Kuzu
Müzik: Çiğdem Erken

Oyuncular: Yıldırım Fikret Urağ, Murat Garibağaoğlu, Çağlar Çorumlu, Ali Mert Yavuzcan, Cengiz Tangör, Selen Uçer, Özge Özder, Aslıhan Kandemir, Yeşim Koçak, Ozan Gözel, Murat Coşkuner, Doğan Altınel, Okan Patırer, Özge O’Neill Sarımola, Yasemin Güvenç, Nurdan Gür, Selim Can Yalçın, Selin Türkmen, Özgürefe Özyeşilpınar, Reyhan Karasu, Ece Yıldız, Kutay Kırşehirlioğlu, Radife Baltaoğlu, Muzaffer Berişa, Sanem Oluz, Hamit Erentürk, Murat Güreç, Bahar Özge Göze, Serkan Bacak, Burçak Çöllü, Altuğ Kutlu

25 Oca 2011

Köşe Yazılarından Kitap olur mu?

Son zamanlarda (yoksa hep olurdu da ben mi kaçırdım?) sık sık oluyor bu, gazetede her gün ya da haftanın belirli günleri yazıları çıkan gazeteciler, zaten okuduğumuz yazılarını kitap haline getiriyorlar. Zamanında Elif Şafak'ın kendi yazdığı kitaplardan yaptığı aforizmaları alıntı halinde kitaplaştırılmasıyla ilgili şöyle bir yazı yazmıştım, destekleyen yorumlar gelmişti, şimdi kendisi biliyorsunuz Habertürk'te yazdığı köşenin yazılarını "Firarperest" adlı kitabında toparladı. Aslında konu sadece Elif Şafak değil, zira bunu yapan çok sayıda gazeteci yazar var ve ben de bayadır bu konu üzerinde düşünüyorum, yazarlar köşe yazılarını kitaplaştırmalı mı? Çok mu gerekli yoksa tamamen ticari bir niyet mi?

Ben açıkça belirteyim, bu fikri samimiyetsiz buluyorum. Karşı çıkanlar olabilir, hani elimizin altında dursun diyenler, yazarı delicesine sevip yazdığı her cümleyi hatmedenler, hatta çıktısını alanlar falan filan. Hatta eminim onu kitaplaştıran yazar da önce bir 'acaba' diyordur, "bu benim kitabım mı" yanılgısına düşüyordur, ya da ben öyle düşünmek istiyorum.

Ama ben bunu şu yönlerden gereksiz buluyorum; yani zaten gazeteye o yazıyı yazarak ordan maddi manevi geri dönüş almış olan yazar, aynı yazıları bir de kitaplaştırarak yine aynı maddi manevi geri dönüşü kazanmak istiyor gibi bir durum söz konusu oluyor, acaba etik mi? Ben burda duruyorum işte. Bana etik gelmiyor, teknoloji zaten malumunuz, istediğiniz her yazıya gazetelerin arşivlerinden rahatça ulaşabiliyorken, bunu bir kez daha okurun önüne sunmak bana iyilikten ziyade ticareti anımsatıyor.

Şimdilik (yani mantıklı bir sebep bulana kadar) bu fikre olabildiğince uzağım, ama şu taraftan da bak diyenler çıkarsa onu da düşünmeye hazırım.

22 Oca 2011

olmayanlar

* Şunu iyice anladım ki, piyasada olmayan, kalkmaya yüz tutmuş ya da henüz gelmemiş, alıcısı bulunmayan her şey bana baya baya hitap ediyor. Mesela 3 gündür Kadıköy ve Moda'da Eti Cin kek arıyoruz, yok! Ama insanın canı istemeye görsün, serde de inatçılık olunca illa bulunacak o. Sadece kek de değil, bir de Nescafe'nin yeni çıkan ama niyeyse hiçbir yerde bulunmayan Probiyotik kahvesi. Dün bizzat Kadıköy'e gidip araştırdım, birkaç marketle "bunlar satmıyor diye getirmiyoruz" muhabbeti yaptıktan, birkaç kişiden de "hö?" tepkisi aldıktan sonra nihayet Migros'tan bulabildik ve raftaki tüm Eti Cin kekleri ve probiyotik Nescafeleri alıp çıktık, artık onlar da bir daha getirir mi getirmez mi bilemem. Peki ben bu konuyu nasıl bu kadar dertlendim, üşenmeden buralara yazı döşedim onu da anlamış değilim.

* Şu an anladım! Çünkü olay sadece kek ya da kahve meselesi değildi. Almak istediğim albümler vardı, misal 123-arve, elif çağlar-music. YOK! evet, onlar da yoktu. Sırayla Mephisto, Seyhan ve Alkım'ı taradık ama onları da bulamadık. Ne komik değil mi. Muhtemelen Taksim civarında takılıyorlardır ama hadi oturduğum bölgeyi geçtim, (kitabı cd'yi geç, gazete bile bulmak zor burda) ama koca Kadıköy diyosun ya hani o yüzden.

* Bir dönem de Nestle Keyf-i Tahıl aradım sağda solda baya baya. Her çıkan kahve çeşidini denemeliyim sanki, noluyosa bu ne saplantı! Neyse işte, hiç olmadık bi bakkaldan çıkmıştı da delirmiştim sevinçten. Sonra beğenmedim zaten içemedim.

* Biscolata denen bir bisküvi varmış. Şimdilerde reklamı ile baya popüler hani. Yeni eğlencem de ondan bulabilmek. Bakalım o nerden çıkacak.

12 Oca 2011

Profesyonel


Aylardır yer bulamadığım, biletini zar zor edindiğim oyunu dün yine kaçırıyorduk nerdeyse, hatta tam kapılar kapanacakken yetiştik diyebilirim. Bi ara kime saydıracağımı şaşırdım, Barış'ın geç gelen müşterisine mi, trafik olur diye (bakın trafik var diye bile değil, trafik -olur- diye) bizi tiyatronun baya bi gerisinde indiren taksiciye mi, kendime mi. O yüzden öyle bir koşturduk ki, yerime oturduğumda kendime gelmek için epey kastım kendimi, oyundan ara ara kopmalarımı da buna bağlamak istiyorum .)

Teodor (Teya) Kray, bir edebiyat adamı, genel yayın yönetmeni. Onun için sıradan bir gün başlıyor, kitaplarını yayınlatmaya çalışan ısrarcı insanlar, zır zır öten telefonlar, yan taraftan gelen sesler.. O günü onun için sıradışı yapacak olan kişi ise emekli bir gizli polis olan, elinde koca bir bavulla çıkagelen Luca. Teya, o bavulda kendi geçmişinin olduğunu bilmeksizin Luca'nın kim olduğunu sorgulamaya başlıyor, zamanla eskiler bir bir etrafa saçılıyor, oyun bir yandan güldürürken bir yandan da fena halde duygulandırıyor, bu yönüyle de türü için kara mizah demek yanlış olmaz sanırım.

Oyunun bütününde sağlam sistem eleştirileri var, ki şahane aforizmalar çıkmış ortaya, insanın içinden çılgın bir alkış koparası geliyor. Önce komünizm eleştirisi, ardından gelen sistemler ve insanların konumlarındaki değişimler çok etkileyici şekillerde anlatılıyor. Bol miktarda ironi var bazen güldürücü bazen düşündürücü olmak üzere.

Yazar, aynı zamanda "İntiharın Genel Provası"nın da yazarı Duşan Kovacevic. Oyuncular zaten ismini duyduğunda şöyle bir geri çekilip saygı duruşuna geçilecek isimler. Şahane sesli dev adam Yetkin Dikinciler ve müthiş mimikleri olan Bülent Emin Yarar. Bu iki isim haricinde ufak rollerde de güzel kadın Gülen Çehreli ve Cenap Oğuz var.

Oyun, 2 saat sürüyor (internetteki oyun bilgilerinde neden bilmem 90 dakika yazıyor). Tek perde ve belki de getirebileceğim tek eleştiri ara vermemesi, gerçi düşündüğüm zaman ara verebilecek bir durum oyunda söz konusu olmuyor, tamamı tek bir odada faal olarak geçtiği için olsa gerek, ama oyundan çok kısa aralıklarla da olsa izleyici kopabiliyor, ben öyle gözlemledim salonda.

Son olarak, bu oyunun bir de filminin olduğunu öğrendim, hatta 23. Uluslararası İstanbul Film Festivali'nde gösterilmiş, ödüllü bir filmmiş onu da izlemek şart oldu tabi.

** Tiyatroya gelen sigara yasağından sonra acaba gündemdeki bu son olaylarla ilgili içki şişeleri de -özendirici???!!- oluyor diye sahnelere yasaklanır mı acaba? Zira yasaklanırsa bu oyunun içerisinden nasıl çıkarılır düşündüm bulamadım.

9 Oca 2011

Melis Danişmend Albüm Lansmanı


Dün uzun bir ara sonunda tekrar İKSV-Salon'daydık, mekan olarak özlediğim yegane yerlerden biri oldu, özellikle yazın jazz festivali kapsamında çok şahane günler geçirdik sayelerinde çünkü.

Dün gece Melis Danişmend' in yeni çıkan albümü "Daha Az Renk" in lansmanı yapıldı, aslında ne zamandır albümle ilgili yazmak istiyordum buraya ama kısmet konseri izledikten sonraymış, böylesi daha şahane oldu:)

Mekan baya kalabalıktı ve çoğunluğu müzik camiasından tanıdık simalar oluşturuyordu , bir ara (konserden önce) herkes birbirini kesiyordu hatta wc'de bile acaba ünlü mü bu kimin nesi falan diye baya komikti:)

Melis Danişmend bir kere çok doğal, tatlı bir kadın, sırf bu yüzden bile sevebilirim onu ama ses tonu gerçekten çok iyi, hani sesi ne derece güçlü vs. çok derinlikli bir analiz elbette yapamam ama kulağa şahane gelen bir ses tonu var, ki canlı dinleyince çok daha beğendiğimi söyleyebilirim. Konser yaklaşık 1 saat sürdü, çok kısa geldi elbette herkese:) Biri Pinhani'den, diğeri şahane insan Yavuz Çetin'den 2 cover yaptı, özellikle Yavuz Çetin'i çok iyi söyledi. Biz konserden baya etkilenmiş vaziyette çıktık diyebilirim hatta.



Albüme gelince, ticari niyetle yapılmış bir albüm değil bu gayet bariz hatta sadece 1000 adet basılmış. Şarkıların sözleri çok samimi, sohbet ediyor, içini döküyor gibi sanki dinleyiciye. Çok tutsun diye nakarata yüklenilmemiş, bir hikaye anlatmış sakin sakin Melis. Böyle albümlerin daha çok çıkmasını istiyorum, ticari zekaya harcanacak zamanın sözlere, müziğe harcanmasını istiyorum. Çok mu şey istiyorum? Belki. Ama demek ki olabiliyor.

Alınmalı bu albüm bence ya da bir şekilde dinlenmeli zira ben her dinlediğimde "Büyük Kaçış" şarkısındaki gibi ayaklarımı kıçıma vura vura kaçmak istiyorum Büyükada'ya!