27 Tem 2010

İstanbul Hatırası - Ahmet Ümit


Ahmet Ümit okumaktan asla vazgeçemeyen birisi olarak, son yapılan Tüyap'ta kendisini görmek ve imzasını alabilmek için onca araç değiştirerek uzun yollar kateden birisi olarak ve tüm romanlarını yalayıp yutan birisi olarak, son kitabını tanıtmak için sabırsızlandığımı belirtmek isterim!

Kitabı az önce bitirdim ve fikirlerim soğumadan sıcağı sıcağına yazayım dedim.

Bu kitabı okumak için en önemli sebebiniz İstanbul tarihine çok şahane bir anlatımla iştirak edecek olmanız bana kalırsa. Öyle uzun uzadıya sıkıcı boğucu bir şekilde de değil! Aksine, tatlı tatlı "katil kim" oyununu çözmeye çalışırken üstüne bir de , arka planı İstanbul'un köklü ve zengin tarihinini öğrenerek. Ben defterim kalemimle, notlar ala ala, öğrendiklerimi paylaşa paylaşa ilerledim. İstanbul'da 4.senem ve 4 senede öğrenemediklerimi 3-4 gün de anlattı bana bu kitap ..

Konu çok kısa şudur;

Kitap elbette bir cinayetle başlıyor. Kitabın anlatıcısı Başkomiser Nevzat. Ölüler peşisıra İstanbul'un köklü tarihi mekanların önlerine bırakılıyor ve ellerinde önemli imparatorların sikkeleriyle. Katillerin bulunma sürecinde tüm ihtimaller değerlendirilirken bize adım adım İstanbul'u gezdiriyor yazar.

Kitabın sonuna ben çok şaşırdım, kaldı ki sonları bilmekte az çok başarılı bulurum kendimi, polisiye okumaya da bayılırım yani çok dışında değilim bu işlerin.) Ama bu sefer cidden şoka uğradım!

SPOİLER
Kitapta ufak tefek eksik kalan noktalar da var, mesela Topkapı Sarayı bölümünde giriş yapılırken x-ray 'lerin cidden bozuk mu olduğu yoksa kasıtlı mı bozulduğu gibi ya da Yekta'nın karısı ve çocuğunun nasıl öldüğünün Nevzat'ın bilmemesi, Zeynep'le Ali'nin özel hayatlarında gerçekten neler yaşadığı gibi kurgudan kaynaklı hatalar ya da hata demeyelim eksik kalan noktalar vardı. Bunun dışında bana çok iyi geldi. Okurken öğrenmek nedir uzun bir zaman sonra yine hissettim bunu.
SPOİLER

Bir de bu kitabın filmi yapılsa ne şahane olur !! diyerek bitiriyorum ve şimdiden bir sonraki Ahmet Ümit Kitabı için sabırsızlanıyorum !!

19 Tem 2010

Faithless Konseri



Konserler zincirimizin son halkası . ) Şimdilik tabi. Her an yeni bir konsere davetiye bulabilirim gibime geliyor artık:)

Alana girerken herkese çok şahane Olmeca Gold kuponları verildi. Bu durum bizim için bir hoşluk, sarhoş olup olay yaratmaya hevesli olanlara ise başlangıç oldu. Evet konser azıcık olaylı geçti sanki..

Biz girdiğimizde Bedük başlamak üzereydi, kendisini uzaktan izleyip takdir ederim pek bir sempatikti yine, o deli sıcakta ceketini çıkarmadığı için de biz kendisine şapka çıkardık. Faithless için güzel ısındırdı milleti.


Benim açıkçası elektronik müzikle alakam olmaz, yine olmadı pek, ama Maxi Jazz ' ı görmek için kalkıp gittik oralara. Ben bu kadar çirkin olup bu kadar da karizmatik olan bir adam pek görmedim, bu da bir başarı:) Kendisi 1957 doğumluymuş-ki bu benim ağzımı kocaman açıp OHA diye bağırabileceğim kapasitede bir bilgi. Dido ile ilk çıktıklarında çok şahane bulmuştum kendisini, sonra unuttum gitti, konsere kadar:)

Çıkışları pek şahaneydi, gözler Maxi Jazz ile Sister Bliss'teydi pek tabi. Bi ara Olmeca'nın dağıttığı plastik shot bardağı Sister Bliss'e doğru yollandı bir kendini bilmez tarafından, ıskaladı. "This is My Church" diye bağırıştık bi ara (bildiğim tek cümlesi) _God İs A Dj _konserin mottosu oldu sanırım.

Konserdeki diğer bir hoşluk, Faithless çıkana kadar 10-15 dk panolarda konserle alakalı yazılan tweetleri gösterdiler. "Yanımdaki kadın çok hoşsunuz", "bilmemkim seni seviyorum" gibi farklı tweetlerle baya eğlendik, zaman nasıl geçti anlamadık, her şey çok organizeydi kesinlikle. Güvenlik açısından biraz sıkıntı vardı sadece.

Neyse, bizi deli gibi içip kendine sahip olmayı beceremeyen bir "çocuk" evet çocuk az biraz sinir etse de sonradan öğrendim başkalarının burnu falan kırılmış, buna da şükür dedim. Konserin yarısında beynimiz dahasını kaldıramadı ve çıktık, mutlu mesut evimize yollandık. Buradan Maxi Jazz'ı öpüyorum, yine gel ve azıcık yemek ye len demek istiyorum.

17 Tem 2010

Bora Çeliker Trio & Stéphane Guillaume Konseri



European Jazz Club'ın son etkinliği Bora Çeliker Trio oldu. Çok iyi bir son oldu aslında bizim için zira epey keyif aldık. Ozan Musluoğlu Quartet gibi bu da İKSV Salon'da oldu. İstinye Park'ta ki organizasyon bozukluğundan sonra burası kıyaslanamayacak kadar organizeydi, öyle ki tek tek tüm izleyicileri masalara yerleştirdiler, kahve dünyası standı hazır bekledi, ayrıca masaların üzerine yerleştirdikleri kalıp kalıp çikolatanın haricinde çalışanları da tepsiyle çikolata sundular. E benim için daha ne olabilir ki diye düşündüm. Bir yanımda kahve, çikolata, bir yanımda sevgilim, az sonra başlayacak müthiş konser. Offff....

Konser yine saat 22.30'da başladı. Bora Çeliker, gitarda harikalar yaratan bir müzisyen. Geceye Fransız Stephane Guillaume 'de saksafonuyla eşlik etti. Davulda yine Ozan Musluoğlu'na eşlik eden müthiş adam Ferit Odman, kontrbasta da Kağan Yıldız vardı. Sonradan öğrendim ki birkaç saat önce Tony Bennett öncesi alt grup olarak çıkan Kerem Görsev le de çalmışlar, baya yorucu geçmiş olmalı Perşembe günü onlar için. Bizim için keyifliydi o ayrı:)

** Burada Bora Çeliker'in MySpace sayfası mevcut.

Böylece caz konserlerimizin şimdilik sonuna geldik:) İzlediğim her bir müzisyenin bundan sonra sıkı bir takipçisi olacağım.
Bu gece de Faithless ve Bedük izleyeceğiz. Cazdan sonra nasıl gelecek bilemiyorum:)

16 Tem 2010

The Brand New Heavies Konseri ve Organizasyon



3 gündür üst üste konserden konsere koşuşturduk. Bugün dinlenme günümüz zira yarın Faithless konserine koşturuyor olacağız. Konserlerle alakalı aklımda kalanları paylaşmak niyetindeyim.

The Brand New Heavies konseri bizden fersah fersah uzakta kalan bir yerde, İstinye Park'taydı. Taa Üsküdar'dan kalkıp oralara gitmemize kaç puan verilecek? Davetli olmamız yeterli bir sebep mi? Yeterince güzel geçecek mi? gibi sorularla kalkıp gittik. Konser öncesi oralarda takılırız gezeriz düşüncesiyle saat 22.00'de başlayacak konsere saat 21.00'de vardık. Buraya kadar her şey normal. Konserin açık havada olacağını anlayınca, nasıl olsa 1 saat kalmış biraz alanı koklarız gibi bir düşünceyle içeri girdik. İsmimizin yazılı olması gerekiyordu fakat organizasyon öylesine berbattı ki, kocaman bir kesekağıdından bozma gibi duran zarfın (evet kağıt değil) üzerinde ismimizin yazmaması bizi şaşırtmadı (ilerleyen saatlerde buna şaşırmamamız gerektiğine karar verdik) neyse bizi içeri aldılar ( allah razı olsun(!) ) Bizde geçtik.

Bu arada baya dertlendik biz bu konuyu o yüzden kimse okumasa bile uzun uzadıya yazmaya niyetliyim.

Bir kere ortalıkta izleyiciyi yönlendirecek bir allahın kulu yoktu, biz konser alanının nerede başlayıp nerede biteceğini , İstinye Park'ın meşhuuurr Masa Restaurant'ında oturan abiler ve ablaların acaba ne olacağını düşünedururken konser başlamak bilmedi. Ohh tam saat 22.00 oldu derken bir fiyasko daha, teknik bir arızadan ötürü (!) konserin yarım saat geç başlayacağını anons ettiler. Tabi biz kahrolduk Barış'la.. Ümitle grubun bizi kendimize getirebileceğini düşünürken Masa Restaurant'takilerin de konser alanına rahat rahat karıştığını gördük. Bu durum hele çok asap bozucu oldu , hadi biz biletsiz girdik içeri ama biletini alan adam delirmez miydi buna?




Sonradan teknik (!) aksaklığın düzelmesiye (kurye muhtemelen grubun unuttuğu bir şeyi getirdi ve sonra başladı, teknik bir şey de yoktu yani), konser başladı. Biz tabi tüm bu hayal kırıklıklarıyla 3-5 foto çekip, 3-5 şarkı dinledikten sonra eve gittik. Değmedi yani o kadar yol çekmeye.

Belki de yaşadığımız tüm o hayal kırıklığı yüzünden müzikten de keyif alamadık. Çok iyi keyif alan bi abi vardı, onu da konsere giden kime sorsanız anlatır, zira baya izletti kendisini. bir de hava anormal nemliydi, yapış yapıştı heryer.) Havanında etkisi olduğunu düşünüyorum.

Ayrıca hafta içi yapılan bir konserin saat 22.30'da yapılmasının mantığı neydi allahaşkına? Sadece bu konser değil, diğerleri de hemen hemen aynı saatlerdeydi. Bir konseri yarım bırakıp çıkmak hiç hoş değil, hele ki adam önünde kendini paralıyorsa gözünün içine baka baka çıkmak saygısızlık gibi geliyor. Ama haftaiçi be kardeşim! Hele ki bizim gibi taa karşılardan geliniyorsa.

Çok olumsuz bir yazı oldu farkındayım ama bir izleyici olarak iyi ağırlanamadığımızı düşündük gece boyunca. Ancak tüm bu olumsuzluklardan sonra dün gece müthiş bir konser yaşadık, organizasyonuyla, grubuyla, herşeyiyle! Demek ki olunca oluyor! Onu da bir sonraki yazımdan okuyabilirsiniz.

14 Tem 2010

Ozan Musluoğlu Quartet Konseri


"Dün şahane bir gece geçirdik" diye söze girmek istiyorum. Konser 22.30'daydı, Barış'la Taksim'de yemek yedik, konser saatine kadar gezindik, tramvayın arkasına yerleştirilmiş bir platformda çalan grubu dinledik konser saatine yakın İKSV Salon'da yerimizi aldık.

Salon, cidden bu iş için biçilmiş kaftan. İçeri ayak bastığınız anda anlıyorsunuz bunu. Buram buram caz kokuyor adeta. 10 üzerinden 8 vererek Barış'la beklemeye başladık.) Sonra içeri Kerem Görsev girdi (seyirci olarak) , daha da heyecanlandık.


Ozan Musluoğlu'nu açıkçası daha önce dinlememiştim, sadece Athena'ya bir dönem bas çaldığını biliyordum. Dün gece, bundan çok daha fazlasını yaptığına şahit oldum:) Bir kere babaannesinin ölümünün 40. gününde ona şarkı yapması çok etkileyiciydi. Çaldıkları tüm şarkılar çok iyiydi diyebilirim.



"Coindicence" adlı ilk albümünü bulmaya çalışacağım en kısa zamanda. Ayrıca dün gece trompette Norveç'li Tore Johansen vardı, onunda sanırım 2 tane bestesini dinledik, 2'si de birbirinden güzeldi. Sanırım Ozan Musluoğlu'nun 2. albümünde 1 bestesi yer alacak.

Piyanoda Burak Bedikyan vardı ve ben gözlerimi alamadım çalarken, çok derin caz bilgim de olmadığı için nasıl desem bilemedim, çok iyiydi kısacası:)

Ozan Musluoğlu : Kontrbas
Tore Johansen : Trompet
Burak Bedikyan : Piyano
Engin Recepoğulları : Tenor Saksafon
Ferit Odman : Davul

Burada MySpace sayfası mevcuttur..

** Bu arada eylemlerimiz sürecek. Bu gece de "The Brand New Heavies" e gidiyoruz, Cumartesi de alakasız olacak ama "Faithless" gecemiz var, hepsinin yazısını buradan okuyabilirsiniz.

12 Tem 2010

Korkma Ben Varım - Murat Menteş Ziyareti


Cumartesi çok acayip bir şey oldu!

Şu geçen 1 hafta boyunca Murat Menteş "Korkma Ben Varım" ı okuyarak geçirdim, kitabı çok sevdiğim için az az okuyorum, bir oturuşta en fazla 30 sayfa. Bu da benim alışkanlığım oldu artık, bitince üzüldüğüm kitaplara böyle davranıyorum.)

Neyse, Cumartesi'ye gelelim. Akşama doğru evden çıkarken kitabı yanıma alsam mı diye düşündüm hani yolda falan okur muyum acaba diye, sonra fotoğraf makinesini ve şemsiyemi alınca, fazla ağırlık olur diye kitabı bıraktım (aferim bana!) Barış'ın dükkanına gittim, içeride de sevdiğim bir arkadaşım vardı, hemen ona yöneldim ama içeride de 2 müşteri vardı, onları direkt geçtim, sandalyeye attım kendimi, sohbete daldık falan. Ardından şöyle bir bakayım dedim, Barış kiminle ilgileniyor diye, kafamı çevirmemle şoka girmem bir oldu, Murat Menteş dükkandaydı ve Barış'la sohbet ediyordu! tabi yerle yeksan oldum, kitabı almadım diye yanıma, hiç değilse bir imza isteyebilirdim:) Bu arada daha önce söyledim mi hatırlamıyorum, Barış'ın Moda'da sahaf dükkanı var, Murat Menteş' de kendisi için bir şeyler bakıyordu. Dükkandan çıkarken Barış'a "seni çok övdüler, yine geleceğim" gibi bir şeyler söyledi, ben tabi sevinçten ölüyorum falan.

Bu da böyle hoş bir sürpriz oldu bana.

Korkma Ben Varım'a gelirsek, aynen "Dublör'ün Dilemması" gibi çok eğlenceli, çok fırlama, müthiş bir kafayla yazılmış bir kitap. Karakterler yerlere yatırıyor zaman zaman. Ali Fuat Tufa, Şebnem Şibumi, Hayati Tehlike, Abidin Dandini, Müntekim Gıcırbey, Atom Bombacıyan kitapta ismi geçen müthiş karakterlerden bazıları.

Konunun başlangıcı bomba:) Ali Fuat Tufa, "Gönül İşleri Bakanlığı"nda basın müşaviri olarak çalışmakta. (Böyle bir bakanlık kimin aklına gelir) Bu bakanlıktaki tüm bakanlar bir bir cinayete kurban gidiyor ve olaylar gelişiyor:) Konunun özetini geçmem maalesef söz konusu değil, zira bütünlüklü bir konu değil uzun uzadıya yazılacak. Fuat Tufa'dan başlıyoruz sonra diğer önemli karakterlerin ağızından yazılarak olayları kendi bakış açılarına göre yorumlatıyor Murat Menteş, yani gayet demokratik bir hava hakim bu kitabında da:)

Yazarda en çok sevdiğim özellik aslında yerlere yatırması falan değil, düpedüz zekasını seviyorum ben bu adamın. Hani sohbet etmeye kalksam, bir laf etmeden önce 1 saat düşünürüm diyebileceğim biri sanki. Kitabın çoğu yerinde, herkesin anlayamayacağı ama anlayanın da şöyle bir durup "vay be" çekeceği bir üslubu, bir mizacı var. Kitaplarını okurken dehşet zevk alıyorum, öyle kara kuru komedi değil zira.

Kitap, "Bu kitapta anlatılan olayların hepsi gerçektir, fakat hiçbiri henüz cereyan etmemiştir" diye başlıyor. Ayrıca Ersin Karabulut'un kitapta şahane çizimleri de mevcut. E daha ne bekliyorsunuz? diye sorabilir miyim size:) İyi okumalar..


8 Tem 2010

Gölgesizler


Bu filmi anlatmak aslında çok zor .Hasan Ali Toptaş'ın yazdığı kitaptan uyarlama. Ben henüz okumadım, Ankara'ya giderken yolculuk esnasında filmi izledim, belki çok derinlemesine izleyemedim, belki bazı noktaları atladım, bilemiyorum şu an. Filmi en yakın zamanda edineceğim ama o kadar sabırsızım ki filmi yazmak konusunda geç bile kaldım, zira biliyorum yazdıklarımı okuyan çok iyi film yorumcuları var aramızda, hele ki onların izlemesini çok istiyorum, o yüzden tavsiye etmek amaçlı da olsa bir kaç satır yazmak istiyorum.

Film, bir berberin işini gücünü bırakıp bir köye yerleşmesiyle başlıyor. Bu köy bildiklerimizden biraz farklı. Ürkütücü bir havası var bir kere. Köyde yaşayanlar, neşeyle kahkaha atarken az sonra birinin boğazını kesecekmiş gibi halleri olan insanlar. Tuhaf yani her şey. Puslu.



Olaylar, köyün en güzel kızı varsayılan Güvercin'in kaçmasıyla ya da kaçırılmasıyla başlıyor. Köyün muhtarı ve bekçisi başta olmak üzere herkes teyakkuzda. Muhtar filmin en ilgi çeken karakterlerinden, Selçuk Yöntem her rolün üstesinden gelebildiğini bu film de de göstermiş.Köyün bekçisi rolünde Hakan Karahan var, kendisi upuzun güzel saçlarını bu film için feda etmiş. Berber rolünde ise Taner Birsel var, filmin sonunda tüm sırları o açıklayacakmış gibi bir güven var kendisinde. Ayrıca Birsel bu filmdeki berber rolüyle Monaco Charity Film Festivali'nden "en iyi erkek oyuncu" ödülü almış.

Güvercin gittikten sonra olaylar durmak bilmiyor. Muhtar işkillendiği bir genci sorguya çekiyor, adamı delirtiyor. Bu sahneler çok etkileyici. Daha fazla detaya inmeden filmi anlatamayacağım sanırım, bir noktadan sonra ağzınız açık izlemeye başlayacaksınız benden söylemesi. en film başladıktan itibaren kapatıp kapatmamak arasında devamlı bir ikilemle izledim, bu da tuhaf bir duygu ama bir noktadan sonra filme aşık oldum -ki bu daha da enteresan oldu.

Oyuncular: Selçuk Yöntem, Hakan Karahan, Taner Birsel, Ertan Saban, Arsen Gürzap, Altan Erkekli, Ahmet Mümtaz Taylan, Ahmet Özaslan, Aydemir Akbaş, Taıes Farzan, Onuryay Evrentan, Beyti Engin, Zeynep Kumral, Erdem Akakçe, Biğkem Karavus, Serkan Şenalp, Cem Özeren, Fuat Onan, Umut Karadağ, Selda Özer, Özey Fecht, Yiğit Kuşbeygi

Müzikler: Candan Erçetin ("Ben Kimim" şarkısı müthiştir ben çok severim ve filme de gerçekten cuk oturmuş.)

** Burada filmin sitesi var, isterseniz fragmanını izleyebilir, filmle ve oyuncularla ilgili notlara ulaşabilirsiniz. Ayrıca filmin senaristi ve yönetmeni Ümit Ünal filmi müthiş anlatmış, onu da bi okumanızı tavsiye ederim.

3 Tem 2010

Son Zamanlarda


* Selam.

* Dün Ankara'dan geldim, Barış bugün Bursa'ya gitti, ay sonu arkadaş düğünü için Kırıkkale'ye gidicez, Ağustos başı ise fotoğraf çekme hevesim yüzünden tanımadığım bir kişinin kınasına Tekirdağ'a gidicem, sonra Bodrum'a gidebilirim.Trabzon'daki arkadaşımı da ziyaret edesim yok değil.

* Gittiğim şehirlerden hatıra olsun diye kitap satın alan ve önüne de koca harflerle CEREN-TARİH-ŞEHİR yazabilen bi kimseyim.

* Ankara gidiş-dönüş ünden epey karlı çıktım, şöyle ki 4 film izleyebildim. Tv'li rahat otobüs. İzlemek isteyip de aman bi ara izlerim dediğim filmlerin çoğu oradaydı. "Başka Dilde Aşk", "Gölgesizler" (bunu bi ara yazıcam, çok çok iyiydi) , "The Other Boleyn Girl" ve "The Devil Wears Prada" . Ayrıca evde de "Survivors" dizisine baktım bir kaç bölüm, onun da iyi olduğunu söyleyebilirim. Yoksa siz hala "Survivor" diyince aklına "Acun" gelenlerden misiniz?

* Tabiki de Ankara seyahatimde de fotoğraf çekmenin cılkını çıkardım. "siz doğal durun poz vermeyin yea" demekten dilim pelteleşti.



* Yazmadığım süre içinde 2 adet kitabı yarım bıraktım -ki bunu hiç sevmem- .. Şimdilerde Murat Menteş'in ve fotoğrafta gördüklerinizin beni kendime getirmesini bekliyorum.

* Sabah kahvatısında en çok yemekten-içmekten hoşlandığım şey, tost ve 3'ü 1 arada imiş. Bunu anladım.

* "Çikolatalı leblebi" diye bir şahane var. Duydunuz mu? İstanbul'daki çoğu kuruyemişci bunu benden öğrendi. Ankara'da yiyordum İstanbul'da yok. Duyan bilen eden varsa insanlık namına bana haber versin.

* Ankara'da sokaklarda yürürken ya da orada yaşarken kendimi bir birey olarak görebiliyorum ama İstanbul'da bireyden çok görünmez hissediyorum. "Ankara'da birey, İstanbul'da hiç" gibi bir başlık atabilirim buralara her an. Bu konu hakkında bir düşüncesi olan var mı? Ben çok anlam veremiyorum. Artık Ankara'da neredeyse İstanbul kadar kalabalık, bununla ilgili olduğunu sanmam.

* Bakıra hiç ilgim olmamasına rağmen Samanpazarı'na gidince kendimi kaybettim. Fotoğrafını gördüğünüz en sağdaki şeyin ortasına rakı bardağı koyuyorsun etrafına da buzları. Vay canına. Daha neler neler vardı.






* Bir de, Ankara'ya giderseniz AOÇ (Atatürk Orman Çiftliği" dondurması yemeden gelmemelisiniz.




* Aranızda "Justin Bieber" denilen 15'lik çocuğu görüp de hayata karşı okkalı bir küfür savurmayan var mı?




* Son olarak Ajanda online aktüel dergiyi aranızda duymayan kaldı mı? Ben 2 aydır çok hoşlanarak takip ediyorum çoğu (ya da hepsi emin olamadım) blogger olan arkadaşlarımızın yaptıklarını. Dergi ücretsiz, isterseniz bilgisayarınıza indirebilir ya da açıp okuyabilirsiniz. Üzerinde çok emek olduğu belli. Tavsiye ederim.